Şaban Ayı ve Rıza Kapısı


dried leaves on ground beside wooden fence

Şaban Ayı ve Rıza

Hakkın ve hakikatin, belli ritüeller ve geleneklerle hatırlandığı alanlar, sembolik manada güçlü bir etkiye sahiptir. Zihnimizin ötesindeki o bilinmez (bilinip de unutulmuş olan ) alana dokunma şansını verirler bize.

Diğer dinlerde ve kadim geleneklerde olduğu gibi İslam dünyasında da kutsalla karşılaşma alanları olarak belli günler ve süreçler vardır. Üç aylar da bunlardan biridir. Recep, Şaban ve nihayetinde Ramazan ayları bir bütün olarak insanı sembolik bir yolculuktan geçirir. Diğer aylarda odak noktası dünyevide olanlar bu sembolik alanın yardımıyla yüzlerini kutsala ve kutsalın yansımalarına çevirir.

Hakikate doğru giden yolda bir yolcunun üç kapıdan geçtiğini hayal edelim. Niyet, rıza ve şahitlik. Recep ayı niyet kapısı; Şaban ayı rıza kapısı; Ramazan ise şahitlik kapısı şeklinde eda edilebilir.

Rızanın Amansız Sevgisi

Şaban ayının içerisindeyiz, bu vesileyle rıza kapısından bahsedeceğim. Bir sonraki yazıda da Beraat Kandilinin önemini anlatmaya çalışacağım.

İlk olarak rıza kelimesinin manasına bakalım. Rıza tasavvufi bağlamda birçok seviyede kullanılıyor. Örneklerden ilkini Rabia Anamızdan bir alıntıyla vermek istiyorum:

Süfyan Sevri, Rabia’nın yanında ‘Allahım benden razı ol! diye niyazda bulunur. Rabia da ona şöyle der: ‘Kendisinden razı olmadığın Zatın rızasını nasıl isteyebilirsin? (Şehide, 109)
Rabiaya ‘Kul ne zaman razı olur?’ diye sorarlar. O da ‘Nimete sevindiği kadar musibete de sevindiği zaman’ cevabını verir. (Şehide, 124). Günümüzde yaşanan krizlere farklı bir bakış açısı sunuyor değil mi?

Psikanalist yazar Marion Woodman’ın Leaving My Father’s House kitabından bir bölüm, krizlerle ve aslında acı olan ilişkimizi daha derinden açıyor:

“What do you think this love is about dear? Being kind? Being a good person? Being nice and pleasant? You are a fool to think this love is soft, woman. When you live this love you will be as ruthless with others as I am with you. When I see you with my X-ray eyes, you are released into your essence. Do you want essence or illusion?”
I know that Nellie’s love forces me to face the negative side of my own shadow. I often feel like a puppy with its nose being rubbed in its own shit. Nellie forcefully tells me my nasty secrets, my horrid, greedy, power-hungry, terrified little self. Yet I never feel guilty or unloved. It is only when I face these aspects of myself straight on that I can choose not to let them into my life. When I don’t face them, these despicable qualities unconsciously rule me. I become self-serving and believe that I am life-serving. And I Project my shadow out into the World, polluting it with my own darkness.

I begin to see that this love is a ruthlessness of the heart that profoundly respects Life as it is. It allows for the seperation of death, which in turn creates space for new life. This is the love of my compost pile in the backyard. It is the mystery that takes the rot of life and transforms it into food for the rose. Only roses with good composting soil create perfume in their blossoms. I dont want to see the rot, neither does anyone else. However, if I cannot respect the function of the rot, I cannot respect the function of the perfume of the rose. In this love, life and death are turning points in the process of living.” (s. 175-6)

(Bu sevginin nasıl bir şey olduğunu düşünüyorsun canım? İyi biri olmak mı? İnsanlara hoş ve nazik davranmak mı? Bu sevginin yumuşak bir şey olduğunu düşünmekle aptallık ediyorsun. Sana şu anda nasıl “amansız” davranıyorsam bu sevgiyi yaşadığında sen de onlara karşı o kadar “amansız” davranacaksın. Sana x-ray gibi delip geçen gözlerimle nazar ettiğimde, seni özüne açıyorum. Özü mü istiyorsun yoksa illüzyonu mu?

Nellie’nin sevgisinin beni kendi gölgemin negatif taraflarıyla yüzleşmem için zorladığını biliyorum. Sık sık kendi pisliğine burnunu sokan bir köpek yavrusu gibi hissediyorum. Nellie celalli bir şekilde bana en pis sırlarımdan, korkunç, açgözlü, güce susamış ve korkudan titreyen küçük benliğimden bahsediyor. Ama asla suçlu ya da sevilmemiş hissetmiyorum. Ne zaman kendimdeki bu taraflarla doğrudan yüzleşirsem işte o zaman onları hayatıma almamayı seçebiliyorum. Onlarla yüzleşmediğimde bu hakir özellikler bilinçaltımda beni kontrol ediyor. Kendi egoma hizmet eder hale geliyorum ve bunu yaparken hayata hizmet ettiğime inandırıyorum kendimi. Ve kendi gölgemi dışarıdaki hayata projekte ediyor ve kendi karanlığımla onu kirletiyorum)

(Bu sevginin hayata olduğu gibi saygı duyan kalbin aman vermezliği olduğunu görmeye başlıyorum. Ölümün koparışına izin veriyor ve karşılığında da yeni bir hayat için alan yaratıyor. Bu sevgi arka bahçemdeki kompost yığını gibi. Hayatın çürümüş yanlarını alıyor ve güller için onu besine dönüştüyor, nasıl bir gizemdir bu! İyi kompost toprağında yetişen güllerin tomurcuklarında güzel kokular açığa çıkıyor. Ne ben ne de diğerleri çürümüş şeyleri görmek istiyoruz. Fakat çürümüşün işlevine saygı duymazsam gülün kokusunun işlevine de saygı duyamam. Bu sevgide yaşam süreci boyunca hayat ve ölüm dönüm noktaları)


O halde bize çürümüş yanlarımızı gösteren ve kompost toprağımızı kürekleriyle alt üst eden krizler ve acı vesileleri kimler ve neler hayatlarımızda? Güllerimizin mis kokularını besleyen bu bahçıvanlara ne şekilde rıza gösteriyoruz? Nimete de musibete de aynı derecede ve aynı kabulle bakmak nasıl olurdu? İslam geleneğinde buna itidal deniyor. Orta yolu tutmak; ne ifrada ne de tefride kaçmadan. Vasat bir yerde olmaya, vasat bir insan olmaya gönüllü olmak. Pozitif ya da negatif bir uçtan sivrilerek görünür olmaya çalışan biz çağın insanları için ne kadar da sıkıcı ve sıradan bir teklif değil mi?

Rızanın karşı tarafa, kutsal atfettiğimiz güç (lere) ya da bize acı veren hadiselere gösterilen pasif bir tutum olduğunu mu düşünüyoruz? Bunun sebeplerinden biri muhtemelen sadece iyi, mülayim ve hiçbir şeye itiraz etmeyen bir insanın, dört dörtlük manevi hali ile, tüm günahlardan arı bir şekilde “aydınlanarak” teslimiyette olabileceğini düşünmemiz. Ne de olsa gülün kokusunun topraktaki gübreden geldiğini unutma eğilimindeyken Allah’a yakınlaşmanın da hep ışığa doğru koşmak olduğunu hatta ışık haline gelmek olduğunu zannedebiliriz. Nurun aslında zulmetle, cemalin celal ile el ele gittiğini anlamak istemeyiz. Karanlığımızın sorumluluğunu almak yani eksik ve kusurlu taraflarımızla yüzleşmek, nefs-i emmarenin getirdiği hallerimize bakmak Nur’a doğru koşmaktan, koştukça ışıkla uyuşmak ve körleşmekten daha zordur.

Şefkat, acı ile bağlantı kurma kapasitesidir. Acıyı ızdıraba dönüştüren şey, nefsin dirençleridir.

Kötülükler nefsimden, iyilikler Rabbimden.

Uyanmak daha çok hissetmek demek. Daha çok hissetmekse, kırılganlıkla ve alçakgönüllülükle barışma gayreti. Yani mümin olabilmektir. Bu noktada ne demiş Hz Muhammed (sav) “Dünya rahat yeri değildir.”
Bu yüzden kandil gecelerinde tövbe ederken ve sabaha kadar tespih çekerken, bu ibadetleri yaparken devşirdiğimiz halin ve niyetin durumuna göre aslında bir yandan da rızadan uzaklaşıyor olabileceğimizi görmeyiz. Kirli zannettiğimiz ruhlarımızı sabaha kadar arındırma ve kendimizi sevgiye layık kılma çabalarımızla bu kutsal anları aslında daha da dünyevi hale getiriyor olabilir miyiz? Bu çabaların beslendiği çekirdek inanç sevginin sadece ışıklı bi r şey olduğudur. Çaba karşılığı dışarıdan kazanılan ve devşirilen bir şey olduğudur. Sevginin bir ticaret metası haline getirilmesidir. Koşulsuz olan ve doğamızda içkin olan o İlahi Sevginin bu inançlarla daha da toprağın derinliklerine gömülmesidir. Perdelenmesidir. Sevgiyi bir yandan perdelerken öte yandan ikilik içinde, ayılıkta aşk şiirleri okumaktır. Aşık maşuğun peşinden koştukça, aralarına fersah fersah mesafelerin girmesidir. Aşığın aslında başından beri maşukta olduğunu idrak edebilmesi için kendini ayrılığa düşürmesi ve tekrar vuslata erme çabasıdır. İçinde olduğum ayrılığa ve karanlığa razı mıyım?

Kul, sevilmediği, sevgiye layık olmadığı için, İlahi sevgiyi dışarıdan kazanmak için, O’na bir şey sunması/rüşvet vermesi gerektiğinden ibadet etmeye teşvik edilmez bu gece. Sevme ve sevilmeye dair inançlarından, kendi kendine kurguladığı hikayelerden, sıkı sıkıya tutunduğu ve tutulduğu benliğinden ve bu benliğin yazıp çizdiği ve sahiplendiği din ve maneviyat hikayelerinden, kendi kendine tapındığı zihin ve ilham putlarından beraat etsin diyedir bu davet. Seni, her an sana özel olarak sunulan türlü ilahi lütuf ve hediyelere kör ve sağır eden, verilenlere burun kıvırmana ve bunları elinin tersiyle itmene sebebiyet veren şeyler her ne ise, işte onlardır tövbe etmeni gerektirenler. Alıcı olamamandır, müteesirlikle, tesir altında kalmakla barışamamandır. Ve işte tam da bu şeyler, nefsi emmarenin ve hatta levvame ve mülhimenin (yani gönlüne akan ilhamlara da fazla bel bağlama kardeşim!) tavırları, enaniyeti ve gölgeleri, işe başlaman gereken yer. Ne tuhaftır ki kişiler ya kendilerini tamamen işe yaramaz ve kıymetsiz görüp, sevgiyi kendilerinden dışarıda bir yerde arayarak ikilikte dönüp duruyor ya da kendilerinin sırf sevgi ve İlahi öz olduğu noktasına fazlaca sarılarak (bir insanın ego tarafı olduğunu es geçerek) nefsani hallerini, eksikliklerini, kusurlarını ve bunlardan zuhura gelen günahları ve şerleri en başından meşrulaştırıp nedamet ve pişmanlıktan tat alamaz, bu yüzden de tövbe edemez hale geliyorlar. Sadece bu halleri gözlemleyip, halin gelip geçmesine izin verme tavrı maalesef nefs-i emmareden yani narsisistik egodan gelen enaniyet hallerini hem normalleştiriyor hem de bu hallerin yarattığı cehennemi harlıyor olabilir mi?

Pişmanlık ile suçluluk duygusu arasında ince bir çizgi var. Muhtemelen narsistik egonun ya da razı olamamış nefs boyutlarının maharetle kullandığı sabote yöntemlerinden biri de, kişiyi tam pişman olacak iken suçluluk duygusu ile kilitlemesi, ağırlaştırması ve onu nefes alamaz, elini kolunu kaldıramaz bir duruma sürüklemesi. Hal böyle olunca, kim günahları ile karşılaşmak ve söyleşmek ister ki?

Pişmanlık denilen o yürekteki ince sızı, kişiyi suçluluk hissine gark etmez. Tam tersi, zaten beşer boyutundan dolayı düşmeye ve hata işlemeye meyilli olduğunu yani düşmez kalkmaz bir Allah’ın olduğunu en başından kabul eden müslüman için hata işlemek kaçınılmaz bir durumdur. Bu yüzden Allah’ın hükmüne tabi olur ve kendi kendine bir kişisel gelişim planı yazıp keyfine göre maneviyat devşirmeye kalkmaz.

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.”(Müslim, Tevbe, 9, 10, 11).

Bir müslüman, mükemmellik ve aydınlanma iddiasının peşinde değildir. İslam tasavvufu yolu bir şey olma değil olduğunu zannettiklerini bırakma yoludur. Bu yüzden odak noktamız becerdiklerimizden ziyade (ki onu beceren fail kimdir? Bu kimin başarısıdır?) yapamadıklarımız üzerindedir. Bu hal kişiye umutsuzluk vermez. Tam tersine, nasıl bir hal üzere olduğunu serinlikle görür ve vesveselere de kulak vermez ise, düştüğü ve hata yaptığı her an yakasına mahcubiyet nişanını takar ve yüzü ve gözü alçaklarda gezinmeye başlar. Önceden gözlerini göklere diktiği ve burnunun dikine gittiği halde…Önceden bu halleri kendine yakıştıramaz iken… Kibir, onu maneviyat üzerinden de vurur iken. O halde, önce nefsinle başla çalışmaya, hakikat ve metafizik peşinde koşan talip. Taharet almadan, İbn Arabi okumaya kalkarak nefsine zulmettiğini bilsen.

Haddimizi bilmek kadar şefkatli bir tavır var mı acaba?

Burada kulluk tavrı devreye girer. Zaten hiçbir zaman İlahi olanı tüm boyutlarıyla bilemeyecek olmanın (zat mertebesi tüm bilişlerin üzerinde) getirdiği bir iddiasızlık hali ile kişiye, Bilenin de Bildirenin de Bilginin de kendisi olmadığına dair bir idrak tattırılır; o sadece tüm zuhuratların bir araya geldiği ve görünür olduğu bir sahnedir. Tabi ki, benliğini aradan çekebildiği sürece. İlahi tecellileri çoğu zaman parazit ve cızırtılı bir kanaldan sahneleriz.

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.”(Zümer, 39/53)

İşte kulluk, ben ve benim tavırlarından soyunmak ve o çok değerli ilahi özü ve emaneti taşırken bir yandan da bu özü ve emaneti nasıl da perdelediğimi gözden kaçırmamaktır. Gücünün yetmediği yerlerde-ki çoğu zaman böyledir, o güç kimindir-kontrolü elden tekrar tekrar bırakmak ve “Allah’ım bu iş benim yapıp çatmamla olacak şey değil, zaten kendi usulümce yapayım derken iyice birbirine karıştırdım, sana havale ediyorum” diyip Allah’a sığınma tavrını ortaya koymaktır. Buna istiaze derler. Allah’a sığınmak-ama neredeki Allah’a? Buraları da kaçırmamak gerekir- oldukça aktif bir tavırdır ve iradeni ona teslim etmek, büyük bir irade gücünü gerektirir.

Taharet yani temizlik meselesinden dem vurmuşken, Şaban ayının bol bol oruç tutma ayı olduğu söylenir. Aslında oruç tutma vesilesiyle hem bedenen hem de ruhen içimizde taşıdığımız ve biriktirdiğimiz kompost yığınına bakmaktan kaçınmaktan ziyade, onu gözlemleyip, şu ana kadar kendimizde hep kaçtığımız, ötelediğimiz, arınmaya çalıştığımız o özelliklerin aslında bahçemizde güller yetiştirmek için dönüştürülebileceğini görsek? Yani eksik ve kusurlarımıza tövbenin bize bambaşka kapılar açabileceğinin ümidini merkeze alsak? Nefsani hallerimize burun kıvırıp, kendimizden öte bir yerlerde konumlandırmak ve acımasız bir yargıç gibi nefsin kellesini koparmaya çalışmak, kişinin o halleri kendine yakıştıramaması değil de nedir? Bu da kişiyi nefsimle mücadele edeceğim derken daha da manevi kibre sürüklemez mi? Razı ol kardeşim, şu anda hangi hal üzerinde isen kabul et. Yalnız, burada nefsin kullandığı bir çeldirici daha var ki, eksikliklerine razı olmanın, onları kabul etmek olduğunu düşündürtür. Hayır, sen o hallerden razı değilsin; beşer olduğuna, şu anda muhtaç ve zelil bir durumda olduğuna razısın. Yani kendini bir şey zanneder iken aslında o zannettiğin şeyin kıyısından köşesinden geçmediğine dair bir ayıklığa ve uyanıklığa, paniklemeden, isyan etmeden, kaçmadan, donmadan, acıyı ajitasyona bağlamadan, arkadan bir arabesk çalmadan rıza göstermekten bahsediyoruz.

Oruçlu olmanın gerçekten de derin bir gözlemleme hali olduğunu tecrübe etmeye gönüllü olsak? Aslında rıza olmadan oruç tutmanın tam olmayacağını bilsek? Oruç tutarken hassaslaşan bedenimizin ve ruhumuzun, alışkanlıklarını ve günlük rutinlerle ilişkilerini ayan beyan görüp kendimizi pataklamayı ve suçluluk duygularıyla ezilmeyi bıraksak? Seccademizi ağlama duvarına döndürmek yerine sevginin o aman vermez tarafsızlığıyla ve bütünsel bakışıyla melodramdan uzak ama gerçek bir samimiyetle özümüze kucak açmanın ferahlatan göz yaşları ile abdest alsak? Ondan önce bize açılan kucağa kendimizi bırakmayı yani kul olmayı denesek? İftarımızı bize Hakk’ın sunmakta olduğu müthiş sevgi ve şefkati yudumlayarak açsak?

Sevgiye oruçlu olmayı artık bıraksak?

Nasıl olurdu?


Rıza kelimesinde derinleştiğimize göre neden bu rızayı Şaban ayıyla ilişkilendirmek istediğimi yazabilirim.

“Receb tevbe, Şaban mehabbet, Ramazan da kurbet (Allah’a yakınlaşma) ayıdır. Ayrıca Receb hürmet, Şaban hizmet ve Ramazan da nimet ayı olarak tarif edilir.

Zünnun Mısri: “Receb ekim ayı, Şaban sulama ayı, Ramazan ise ekileni biçme ayıdır. Herkes ektiğini biçer ve yaptığının karşılığını bulur. (Gunye, I, 178)”

Tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere Recep ayında kutsal üç aylar dönemine girme isteğiyle bize hizmet etmeyenleri geride bırakmak ve yenilerini ekmek şeklinde açılan niyet kapısı var. Recep’ten sonra gelen Şaban’da ise ekilenlerin gözetilmesi ve niyet üzerine hareket etme hali var. Tohumları sulama süreci var. Niyetteki bu hareketliliği sağlayan rızadır, muhabbettir. Niyetine razı olmayanlar, niyeti tutan kaynağa razı olmayanlar, niyetiyle ortaya koyduğu ürüne razı olmayanlar, niyeti gerçekleştirme yolunda karşılaşılan musibetlere, zorluklara ve celale razı olmayanlar, sert esen rüzgarın yanaklarını okşamasına izin vermeyenler, yağan yağmurun altında ıslanıp ferahlamaya gönüllü olmayanlar, karın altında kalmaya cesareti olmayanlar o niyetin meyvelerini de devşiremezler.

Bu yüzden Şaban ayı rıza dairesinde ekim biçim ayıdır, ekim biçim mevsiminin nimetlerine de musibetlerine de göğüs germek dahası göğüsleri genişletip ferahlatmak ayıdır. Kendi iç bahçemizde bahçıvanlığa durmak ve kompost toprağında çalışmaya devam etmektir. Toprağa sadece tohumları ekmek yeterli değildir. Üç aylardan ikincisi, iki ayı ve süreci (ekim-hasat) birbirine bağlaması açısından önemlidir.

“Şaban kelimesi beş harftir: Şin, ayn, ba, elif ve nun. Şin şereften; ayn ulüvvden (yücelik), ba birrden (iyilikten), elif ülfetten, nun da nurdan gelir. Bütün bu bağışlar, bu ay içerisinde Allah tarafından kula verilir. O, hayırların açıldığı, bereketlerin indiği, hataların terk edildiği, kötülüklerin örtüldüğü, salavatların çoğaldığı bir aydır. (Gunye, I, 188) (Metinlerle Tasavvuf Terimleri sözlüğü, s.797-8).”

Şaban ayını hakikatiyle ve kolaylığı ile idrak ettirilmek nasip ola.


Yazar

Aslınur

Aslınur yazarak, çizerek, resmederek, çevirerek, manevi turlar ve online dersler tasarlayarak Anadolu hikmet kültürünü modern zamanlarda canlandırmaya gayret ediyor. Boğaziçi Üniversitesinde okuduğu İngiliz Edebiyatı ve Türk Edebiyatı bölümleri, doğu ve batı arasında köprü kurmasına yardımcı oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İlahiyat fakültesinde İslam edebiyatı bölümünde yaparken tasavvuf edebiyatında özellikle Hz Mevlana’nın Mesnevi’sinde derinleşme şansını yakaladı. Bu sayede, Anadolu hikmet geleneğinden gelen eserleri günümüz diline ve kültürüne çevirme tutkusunu keşfetti. Bu çevirinin, kolektif şifaya ve barışa olan katkısını daha yakından keşfetmeye başladı.

Güzelliği Paylaş

copyright – all rights reserved – Gizlilik Şartnamesi

web sitesi yapımı fromEssence.com

Global footer