
Yuvaya Dönüş kitabını yazarken corona günlerini yaşıyor olmak benim için çok manidar. Zaten evden çalıştığım ve burada zaman geçirmeyi çok sevdiğim için başta hayatımda çok fazla değişiklik olmayacağını düşündüm ama tam tersine çok şey dönüşüyor. Dönüşümlere geçmeden önce yuvaya dönüş üzerine birkaç şey söylemek istiyorum çünkü aslında bence yaşadığımız tecrübenin temel mesajı bu.
Yuvaya dönüş denince aklıma ilk olarak Mesnevi’nin 18 beyiti geliyor. Burada neyin hikayesi anlatılır. Neyistandan yani yuvasından kopan neyin ana vatanından uzakta içinin nasıl oyulduğu ve ateşle yakıldığı… Neyin bu durumdan nasıl da şikayet ettiği hikaye edilir.
Neyin yerine kendimizi koyalım. Biz nelerden koptuk farkında mıyız?
Bu hikayede yersiz yurtsuz edilmiş yabani hayvanları, yanan ormanları, mültecileri, kendimle birlikte içinde bulunduğumuz sistemde yuva özlemi çeken dostlarımı görüyorum. Öncelikle yaşadığımız gezegenden nasıl da koptuğumuzu görüyorum. Üzerindeki yaşam formlarından ve birbirimizden nasıl da fersah fersah uzağa düştüğümüzü. Hem de daha sınırlar açıkken. Tüm iletişim yolları önümüze serilmişken. Nasıl da bildiğimizi zannettiklerimiz ve emrine girdiğimiz doğrularımız tarafından bütünden yalıtıldığımızı fark ediyorum. Bildiğimize tutundukça gözlerimiz körleşmiş, kulaklarımız sağırlaşmış çünkü bilinenin alanında daha konforlu hissettiğimizden kendimizi çoktan karantinaya almışız. Gülünç olan o ki zaten karantinada olduğumuzu daha önce fark etmedik!
Altımızdaki yerküreyi üstümüzdeki gök küreyi göremez olmuşuz durmaz koşuşturmaca içinde. Bu koşuşturmaca fiziksel olmak zorunda değil. Beyaz yakalılar değil aynı zamanda evden çalışanlar, meditasyon ve yoga yapanlar, beş vakit namaz kılıp oruç tutanlar da buna dahil. Yani zihinsel ve manevi koşuşturmacalar da işin içinde. Hiçbirimiz bu pratiklerin verdiği hediyelerden biri olan zihinsel ve ruhsal yavaşlamayı, bununla gelen tevazuyu, birlik inancıyla gelen bağlantısallığı ve tüm varlıklara olan saygıyı hakkıyla gündelik hayatımızda istikrarla uygulamadığımız takdirde bu süreçte virüs ve daha nice adı üstünde “kriz” bizi kendi yuvamızla ve bizden daha büyük olan o Hikaye ile hizalıyor. Doğrularımızın yarattığı sınırları bize açık ve net bir şekilde gösteriyor ve bu sınırlar da birbiri ardına yüzümüze kapanıyor. Yani yazıp oynadığımız küçük hikayelerimiz kesintiye uğruyor.
Bazılarımızın şimdiye kadar yuvası; ailesi, yaptığı işi, çalıştığı ofisi, projeleri, üretimleri olmuş. Geçim derdi, aylık maaşı, ödemek zorunda olduğu taksitleri ve borçları olmuş. Bazılarımız için prestij, konum, mevki; bazıları için yalnızlığını telafi etmeye çalıştığı arkadaş çevresi ya da ait olduğu topluluklar. Bazılarımız için katıldığı atölyeler, eğitimler, kamplar, inzivalar… Hatta yürüdüğü manevi yol ve onun pratikleri olmuş. Rahat edeyim, kendimi doyurayım, mutlu edeyim diye, hatta hakikatime ulaşayım diye yuva bildiğim bu yollar, ya yuvama giden yolları kapatıyorsa?
Ya yuva bunların hiçbirisi değilse? Ya yuva gerçekten de şu önümüzdeki süreç gibi bilinmezde duruyorsa? Ya gerçekten onu bir kavrama döküp kavrayamayacağımızı fakat an be an kendisini açtıkça onu hanemize buyur edebileceğimizi fark etseydik? Ya şu cüzi iradenin kontrolünü ve gücünü artık bırakmanın bir seçenek değil varoluşsal bir zorunluluk ve sorumluluk haline geldiğini anlama gönüllüğünü gösterseydik? Neler dönüşürdü, birlikte hayal etmeye başlayalım mı?
Alak suresi canlanıyor içimde. Bu sureyi tutunduğum dogmatik bir mesaj olarak değil, her an hakikati güncellenen bir rehberlik ve referans noktası, bir yol işareti olarak paylaşmak istiyorum.
Der ki;
Rabbinin adıyla oku
o insanı, tutunan bir maddeden, kan pıhtısından yarattı
oku ve rabbin en büyük kerem sahibidir
o ki kalemle öğretir
insana bilmediğini öğretir
şüphesiz insan sınırları aşar
çünkü kendini tek başına yeterli görür
şüphesiz dönüş rabbinedir
Kutsal, hakikati itibariyle tek yani ondan başka aslında bir şey yok der sufiler. İsimleri itibariyle çok görünür belki. Yani her var oluşta ve her an farklı şekilde ortaya çıkan bir Kutsal. Rab terbiye eden, öğreten anlamına gelir. Herkesi kendi melekesine, mizacına göre terbiye ettiği için her birimizin rabbi ve bu rabbin ortaya çıkışı başka başkadır. Bunu çevremizdeki çeşitlilikte de somut olarak görüyoruz. Fakat rab, ilk akla geldiği gibi göklerde olan ve yarattıklarını sınava çeken eli cetvelli bir varlık değil. Tevhid inancına göre zaten benim O’ndan ayrı olmam imkansız. O halde terbiye eden de edilen de yine benim ve bu sorumluluk da bana ait. Yanan orman da benim, nesli tükenen hayvan da benim, sınırlarda acı çeken mülteciler de benim; benim ötemde hepsi o Kutsal; Kutsalın mertebe mertebe açığa çıkışı.
İnsanın kendi rabbini yani Kutsal olanla an be an nasıl bir bağ kurduğunu ve bu ilişki dinamiklerini keşfetmesi yuvaya dönüş sürecine işaret edebilir. Yuva da Kutsal olandır fakat belirttiğim gibi Kutsalın kavrama dökülmesi imkansızdır. Bunun için sure “Oku!” emri ile başlar. İnsanın kendisini daima gözlemlemesi bu okuma pratiğidir. Gözlemlemek için öncelikle doğru bildiklerimi bırakabilme cesaretiyle yavaşlamam gerekir. Şu anda insanlık olarak okumaya giriştiğimiz ya da girişeceğimiz şey şimdiye kadar ezberlenmiş bilgiler ve sistemler değil. Henüz forma girmemiş bir yaşam şeklini okuma pratiğine davet edildiğimizden bahsediyorum yani su üstüne yazılanları okumaya girişiyoruz hep birlikte. Şu süreçte.
“O ki insana bilmediğini öğretir” ifadesi de aynı yere işaret ediyor olabilir. Bilmediğimizi öğreniyoruz çünkü bildiklerimizi bırakıyoruz. Gün gelip öğrendiğimiz bilmediklerimizi de yine bırakacak ve bu dinamik yolculukta seyr edeceğiz. Ve kendimizde var olan fakat idrakinde olmadığımız rabb hediyelerimizi de haneye buyur edeceğiz. Burada öğreten ve öğrenen, Tanrı ve kul arasındaki ikilikten bahsedilmiyor. Aslında tek var olan şey Kutsal olan ise o halde benim yuvaya dönüşüm demek, Kutsalın yuvaya dönüşü demek. Şu alemde var olan her şeyin hakkıyla yerini bulması, orada hakkıyla yaşaması ve serpilip gelişerek güzelliğinin onurlandırılması demek. Bu tüm varlıkların yaşam hakkı değil mi? Bunu insanoğlu başaramadığı için “felaket” dediğimiz olayları yaşıyoruz. Bu yüzden virüs sürecinde bizde açığa çıkacak rabb yani öğretici ile bağlantıya geçmek ve Kutsalın layık olduğu evine bizim vesilemizle dönmesi için gerekli sorumluluğu almak zorunlu.
Burada ego-lojik tutumdan ekolojik bir hayat görüşüne geçişten bahsediyorum. Ekolojik olan bütünü merkeze alır, hiyerarşiden değil bağlantısallıktan beslenir, varlıklar bu yüzden birbirini gözetir. Gezegenimizin ve içindeki tüm yaşam formlarının kadrini kıymetini bilmek ekolojik bir tutumdur ve hiç olmadığı kadar spiritüeldir! Ben eğer tek başıma müstakil bir varlık olmadığımı, bundan ziyade etrafımdaki her şey ile görünmez bağlarla bağlı olduğumu fark edersem kendimi tek bir bedenin hücresi olarak algılamaya başlarım. Bu algılayış beraberinde, birlikte olduğum diğer hücrelere karşı ilgiyi, alakayı, sevgiyi, hürmeti de getirir. Ve koşulsuz sevgi ile şefkati de.
Alak Suresi’ndeki “Şüphesiz insan sınırları aşar çünkü kendini tek başına yeterli görür” kısmı çağımız insanının içine düştüğü egolojik hayat görüşüne işaret ediyor. Bu görüşün alt kümeleri de bireysellik, ben bilirimcilik ve benmerkezcilik. Birey olma savaşını veren insan sınırları aşıyor, hem kendi içsel kaynaklarını, hem çevresindeki varlıkları maddi manevi sömürüyor, durması gereken yeri bilmiyor, tükettikçe tüketiyor ve tükeniyor çünkü ayrılıkta, çünkü acıda, çünkü yuvasından fersah fersah uzakta. Karantina zamanlarında bile süpermarketleri yağmalıyor, diğerlerini düşünmüyor. Çünkü tek gerçekliği kendisi. Tek tutunacak dalı, inandığı hikayesi. Kendisi kendisine yeterek kahraman olmaya çalışıyor. Kendi başına yaşamaya devam edebileceğine dair bir masal anlatılmış ona tekrar tekrar ve inanmış, inanmasa ait olamayacağından, sevilmeyeceğinden, yalnız kalacağından korkmuş. Korktuğu başına gelmiş. Şimdi masaldan uyanmaya davet ediyor bizi corona dede. Yeni bir hikaye yazılıyor, kimler bu kalemin mürekkebi olacak?
Kendi melekelerinin farkında olmayan insan yuvadan uzağa düşüyor. Bu melekeleri keşfetmek için kendisine zaman ayırmıyor, yardımcı olacak pratikleri yapmıyor. Yapsa da bu pratikleri bir süre sonra putlaştırıyor ve onları tüketmeye başlıyor. Birlik ve dirlik dairesinden savruluyor. İnsan olarak ikiliğe düşmeye, tapmaya ve tapınılmaya çok müsaitiz. Bu yüzden kahramanlık oyunlarını, dramı seviyoruz. Sonuç olarak gerçek okuma yazması olmayan diplomalılarla ve gurularla dolu dünya! Şu anda olup bitenleri okumak için nasıl bir alfabe gerekli? Bu tür bir okur yazarlığı nasıl öğrenebiliriz? Bunu bize öğretecek bize eşit ve denk mesafede olan sevgi makamından bize unuttuklarımızı hatırlayacak bilge atalarımız var mı?
Ataları konuşmadan önce neden onlara ihtiyacımız olduğundan azıcık bahsetmek istiyorum. Bu corona sürecini kolektif anlamda erginleşme süreci olarak da okuyorum. Öncelikle dünyanın erginleşme süreci, başka bir makama geçtiği bizi silkelemesinden belli. İnsanlarda da erginleşme süreci, psikolojik olarak çocukluktan gençliğe gençlikten yetişkinliğe yetişkinlikten bilge yaşlılığa geçiş gibi süreçleri kapsıyor. Üzerinde yaşadığımız Anadolu topraklarının kadim kültürü ile çoktan bağlarımızı kaybettiğimiz ve yerine faydalı olacak pratikleri getirmekte zorlandığımız için bu geçişleri sağlayacak bilge yaşlılarımız ve pratikler neredeyse yok olmuş durumda. Olmadığı için gençler ya çocuk, ya da yaşlı gibi davranıyor. Yaşlılar da yetişkinlikten uzak. O halde bu geçişleri kolaylaştıracak beklediğimiz ve bulmaya çalıştığımız yetişkinler biz olacağız anlamına geliyor. Birbirimizin bilge atası olacak, birbirimizin elinden tutup erdireceğiz. El birliğiyle er olacağız. Hamlıktan pişkinliğe geçip bal tutacağız, etrafımıza gıda olacağız. Arı gibi birlikte çalışacak üreteceğiz. Birer yetişkin olarak.
Sınırları ancak bir yetişkin anlayıp uygulayabilir çünkü sınır demek edep demektir. Edep yetişkin bir bilincin işidir. Ancak yetişkin olan anlar bütünün ve anın değerini ve onun hizmetine girmeyi. Yetişememiş, henüz ermemiş kişiler kendi koydukları ve yazdıkları hikayeler konusunda ısrarcıdır, benliktedir. Pişen, yetişen, erişen kişi benden geçip bize hatta Bir’e varmıştır. Birin o an açılan davetlerine, değerlerinin tesirine girmeyi “bilinmezde kalarak” kabul eder, buna cesaret eder. Bir şeyin tesirine, hükmü altına girmeye gönüllü olmak kendi bildiğin şeylerden feragat ederken bilinmeyene açılmak demektir. Bir sözün, anlaşmanın, ilişkinin hükmü altına girmek beraberinde tevazuyu getirir. Tevazu sahibi olmayan kıymet bilemez, özen gösteremez, saygılı olamaz. Kendi biçtiği istikamet doğrultusunda at gözlükleriyle yürümeye devam eder. Onu yolundan, alıştığından, BENimsediğinden çevirmek zordur. Bu yüzden corona sürecinde benden değil bizden hareket etmek, birbirimizi ve bütünü gözetip kollamak hepimiz için bir erginleşme fırsatıdır. Er olma fırsatıdır.
Bir de yaşlılarımızın rehberliğinden tamamen umudu kesip kendimizi tek yetkili mercii olarak görmemek lazım. Onları bu süreçte gözetmek demek sadece sağlık konusunda onlarla ilgilenmek değil, bu erginleşme sürecindeki rollerine onları uyandıracak fırsatlar yaratmaktır. Onlara ataları hakkında sorular sormak, eski gelenek göreneklerin hikayelerini paylaşmaları için alanlar yaratmak hatta ritüellerimize onları da dahil etmek aslında bu sürecin bir parçası. Atalarımızın verdiği kültürel ve manevi kayıpların acısı nesillerden nesillere aktarılmış durumda. Öncelikle Anadolu topraklarının kendisinin yaşadıkları, geçmişin savaşları, kayıpları, hastalıkları, kıtlıkları… Şu anda yaşadığımız “olağanüstü” halin daha niceleri, hangi şartlar altında yaşandı! Çoğunun yası bile tutulmamış, saklanmış, sessizce elden ele aktarılmış. Öyle sessizliğe gömülmüş ki bizim derin kazı çalışmaları yapmamız gerekmiş neleri miras aldığımızı görebilmemiz, görüp bu gecikmiş yasları tutabilmemiz için. Hatta kainat da bize yardım edip bu hikayeleri güncelleyerek önümüze tekrar tekrar çıkarıyor sağolsun.
Bir şan seansı sırasında Nilüfer bana ciğerlerde hüznü ve yası biriktirdiğimizi söylemişti. Nefes alıp verirken karnımı kastığımı, ciğerlerimi tam anlamıyla havayla dolduramadığımı fark ediyorum. Neler neler birikmiş ki içinde, yer kalmamış havaya. Bazıları zaten atalarımdan aktarılmış, bazıları da bu aktarımların zemininde yaptığım otomatik seçimler. Hakkıyla nefes alabilmek için bu hüzünlerin gözünün içine bakmak ve yaslarını tutmak bu şifalanma sürecinde çok temel bir yerde duruyor şayet dünyaya ve kendimize yaptıklarımızla el birliğiyle yarattığımız bu acıyı (virüsün de temsil ettiği gibi) şifaya dönüştürmek hepimizin elinde, hep birlikte el ele verirsek. Neden corona ciğerleri hedef alıyor? Tüm var oluşun yüzyıllardır içinde durduğu acı artık kabından sızmaya başladı. Kabımızdan sızanları fark etme zamanı. Çatlakları altınla birleştirme zamanı.
Yas tutmak derken neyi kastediyorum? Yası nasıl tutacağız? Yuvaya Dönüş kitabından bir bölümle açıklamaya çalışayım:
Hz. Mevlana Mesnevi’ye iki eylemi anlatarak başlar: Hikaye etmek ve şikayet etmek. Mesnevi’nin ilk on sekiz beyiti neyin hikayesi. Ney nelerden şikayet ediyor? Ayrılıklardan. Bu şikayeti nasıl gerçekleştiriyor? Hikaye ederek. Aslında tüm 18 beyit bu hikayenin ve şikayetin ne olduğunun, neden olduğunun ve nasıl olduğunun bir açılımıdır. Yani yuvaya dönüşün.
Bu şikayetin, gündelik bir zamanda, başımıza gelen küçük ya da büyük olarak nitelediğimiz problemlerden ve felaketlerden, virüsten ve getirdiklerinden dolayı yakınmak olarak algılamayalım. Neyin şikayeti bizim ilk etapta anladığımızdan başka bir şikayet çünkü o, kendini tekrar eden bir umutsuzluk, isyan ve kaybolmuşluk içerisinde değil. Ney, içinde bulunduğu durumun gerçekten idrakinde. Bu yüzden şikayeti de kendine özgü bir yasın ta kendisi.
Yas tutmak denilince aklımıza cenazelerde “bilinçsiz” bir şekilde üzerini parçalayan, saatlerce ağlayan ve psikolojik olarak derin bir karamsarlık içinde kendini kaybeden, hayattan bağını koparan insanlar gelebilir. Hatta birini kaybettiğimizde cenazesinde çok ağlamamamız, ruhunun rahatsız olacağı söylenir. Çoğu kişi kayıpların ilk günlerinde kendilerini uyuşturan ilaçlar alarak bu süreci atlatmaya çalışır. Doğrusu, sürecin içinden geçmek yerine üzerinden atlarlar. (sadece cenazelerde değil, acıyla ve korkuyla karşılaştığımızda verdiğimiz yanıt genelde bu olur)
Şikayetin hikaye edilmesi aslında neyin içinde yaşadığı yasın, dışarıda ifade bulmasıdır. Burada Hz Mevlana’nın neden şikayet eylemini hikayet ile art arda kullandığını daha iyi anlarız. Yas tutan bir kişinin anlattığı bir hikayesi var. Bu hikayeyi kendi iradesiyle ve gönüllü olarak paylaşmak onun için sağaltıcı bir tecrübe. Hele ki şiirsellik ve hoş nağmelerle yani yaratıcı bir şekilde ifadesini bulan yas dönüşerek ağıt haline gelir.
Ağıt yakmak, kontrolü kaybedercesine ağlayıp sızlamak, kendini ve etrafını dağıtmak, parçalamak itkilerini kendi içinde barındırsa da (bu da bedenin kendini sağaltma hallerine dairdir) sadece beden üzerinden kendini dışa vurmaz, başka dinamikleri de vardır. Babannem çocukken ayaklarımdan öperdi. Aslında yitirdiği oğlunun ayaklarını ayaklarımdan öperdi. Bu aslında babannemin yaktığı bir ağıttı.
Ağıt ve yas arasında ince bir çizgi olduğunu hissediyorum. Ağıt, yasın yaratıcılıkla ifade bulmuş ve dışa vurulmuş hali. Bir şiirle, şarkıyla, dansla ya da resimle şikayet edilen o duygunun ve tecrübenin ortaya dökülmesi ve bir forma ve bedene girmesi. Ağıt formunda ifadesini bulamayan ve dışa vurulmayan yas bu yüzden şikayet halini umutsuzluğa ve çaresizliğe doğru çekebilir. Yani yası tutulmayan şikayet, yakınma haline gelir. Fakat yası tutulan şikayet ağıda dönüştüğü için yaratıcılığın alanında nefes almaya başlar ve umuda kavuşur. Çoğumuzun aile büyüklerinin içine düştüğü pasif yakınma ve tekrar durumu, onların kendi yaratıcı köklerinden kopmalarından ve travmatik bir şekilde kültürlerine yabancılaşmalarından kaynaklı.
Kişi etkisi altında kaldığı olumsuz tecrübelerin ve hislerin kontrolü altındadır ve kendini rahatlatmak için sürekli aynı meselelerden dem vurabilir. Medyada sürekli döndürülen haberler gibi. Fakat sürecin kontrolü kendisinden ziyade hislerde ve olumsuz tecrübede olduğu için yası yas, ağıdı da gerçek bir ağıt olarak yaşayamaz. Yas tutulmaz, tutuk bir hale gelir, kendini gerçekleştiren bir kehanet olur. Bu yüzden de içten içe bir tatmin duygusu yaratır, haklılık hisseden kişi de bu eyleminden vazgeçme güdüsünü hissetmez.
Psikoterapist ve yazar Francis Weller’a göre “kahramanlık üzerine kurulu olan bu kültürde başkasına ihtiyaç duymamak için bir şeyleri önce kendi başımıza halletmeye koşullanıyoruz. Melankoliyi tek başıma hissetmek ne kadar önemliyse onu bir topluluğa taşımam da o kadar önemli çünkü yas hiçbir zaman kişiye özel bir şey olmamıştır. Yas daima bir topluluk sürecidir. Yasımızın bir tarafı “köyünün” ortaya çıkmasını beklemektedir. Bu köy iki ya da üç kişilik olabilir. Bu kişilerle birlikte oturup “Bu akşam üzüntülerimden bahsedeceğim.” diyebilmek bile yeterlidir. Hiçbir şey kırık dökük değildir ve hiçbir şeyin onarılmaya ihtiyacı yoktur. Fakat hüznümüzü derinden dinleyen ve kıymetli olduğunu söyleyen birilerine ihtiyacımız vardır.”
O halde içinde bulunduğumuz kaybolmuşluk ve yabancılaşma ve buna eşlik eden zorlu tecrübeler acımızı derinleştiriyor. Depremler, yangınlar, savaşlar, virüs…
Bu acıyı nasıl karşılıyorum? Bu acı ile nasıl bir ilişki içindeyim? Bu acının yasını kim tutuyor? Bu yasın dışa vurumu ağıt yakmak ise dışarı vurulanın zorunlu olarak şahitliğe ihtiyacı var. İfade bulmayan yasın ve ifade bulurken şahitlik almayan ağıdın dönüşmesi zor. Bu yüzden yas tek başına tutulamıyor. Ona şahitliği sunacak bir topluluğa ihtiyaç var. Bir durup düşünün, zor anlarınızda içinizi açtığınız kaç kişi var? Bu kişileri özellikle tercih etme sebepleriniz neler? Bu kişilerin yanında kahramanlığı bir kenara bırakıp gerçekten savunmasız olabiliyor musunuz? Bunu yapmanızda size o kişinin hangi özellikleri yardımcı oluyor?
Kişilerin evlerinde kalmaları onların dış dünyadan kopacağı anlamına gelmiyor. Evet belli alanlarda kopuşlar yaşanacak. Nelerden? Ego-lojik tutumdan, kendimiz için kuguladığımız konfor alanlarından, egolarımızı tatmin eden uyaranlar ve uyuşturanlardan, kendimizi inandırdığımız ilüzyonlardan ve her şeyi bildiğini ve kontrol altında tuttuğunu zanneden benliğimizden, egomuzdan (çünkü şu anda öyle savunmasız ve çaresiz düştü ki, dünyayı kurtaracak o kahraman nerede?) Bence öncelikle kendimizle baş başa kalmaya davet ediliyoruz; kendimizi bir durup yoklamak, muhsabeye çekmek, önceliklerimizi tekrar değerlendirmek için. Rabbimizle hizalanmak için. Anın bilgeliğinin a-b-csini öğrenmek için. Yuvaya dönüşte yol haritalarımızı ve pusulamızı bulmak için.
Aynı zamanda bu zorlu süreçte topluluğun ve salih dostların desteğini çok daha iyi anlıyor olduğumuzdan bu kişilerle daha kaliteli ve verimli paylaşımlar yapmanın yaratıcı yollarını arıyor ve buluyor olacağız. Bu kolektif yasın ağıdını birlikte yakacağız. Böyle şifa verip alacağız. Belki de bu vesileyle başlayan online buluşmalar, birbirimizin yetişkin olma sürecini kolaylaştıracak ve seremonilere rehberlik edecek. Virüsten yakınmak yerine şu anda yaşadığımız güçlü ve zorlu duyguların ağıdını yakmanın yollarını da bulmaya başladık. Şu anda online olarak yapılan grup görüşmeleri, meşkler, nefes çalışmaları ve masal anlatıları buna çok güzel hizmet ediyor mesela. Herkes şimdiye kadar cebinde biriktirdiği hediyeleri büyük küçük demeden bütünün hizmetine sunmaya başlamalı, bu kriz sürecinde üzerimize düşen sorumluluklardan biri bu.
Yani yaşadığımız bu süreç bir ev hapsi değil halvet. Eskilerin yaptığı halvet pratiğini artık olduğu gibi modern hayatta gerçekleştirmek zor hale gelmiştir. Kadim bilgeliğin de zamanın ruhuna göre güncellemesi faydalı. Hayat da insana bu halveti gerçekleştirebilmesi için corona dedenin açtığı meydanda fırsatlar sunuyor. Bir derviş nasıl ki bu halvete niyetlerle, dualarla, abdestiyle, orucuyla giriyorsa ben de kendi içime döndüğüm bu süreci aynı şekilde yaşayabilir miyim?
Abdestin özündeki beden ve ruh hijyeni konusu biraz daha gündemimizde ne de olsa. Bağışıklık sistemimizi güçlendirmek için yediğimiz içtiğimize daha dikkatli davranmamız gerekiyor, hatta detoks ve arınma süreçleri de çok güzel olur. Ben de artık günlerime sabah uyanır uyanmaz rüyalarımı yazarak ve çalışarak, bedenime iyi gelecek egzersizlerle, sirkeli suyumla başlıyorum. Hem de “aman bugün de olmayıversin” demeden. Önceden yaptığım gibi ertelemeden. Bedenim ve ruh sağlığım önceliğim haline geldi. Anı okuyabilmek için bedenimin de alıcılarını açmam lazım. Bu da onun kıymetini anlayıp özen göstermek ve onu güçlü, esnek ve alıcı bir hale getirmekle mümkün. Kriz anlarında donmaya müsaitiz. O halde ne kadar hareket o kadar bereket!
Bugün online bir görüşmede bir mesele açıldı; rutinler ve ritüeller. Aslında her gün yaptığımız pratiklerimiz olabilir ve bunlara rutin ismini veriyor olabilirz. Bu pratikleri güçlü bir niyetle ve bu niyetin getirdiği dikkatin merkezinde yapıyorsam o rutin ritüele dönüşüyor. Bizi kutsalın alanına çekiyor ve o alanda nice güzel açılımlara şahit oluyoruz. Rutinin putlaşma ihtimali var. Ritüeli de putlaştırmadan her anın getirdiği tazelikte ve dinamizmde tutmak faydalı olabilir.
Bilinmeyin alanında durmak ritüelin doğasında var çünkü bir ritüel önceden planlanamaz. O ritüeli başlatırken ağzımdan dökülecek niyetleri beş dakika öncesinden planlamak, onun ruhuna ters düşer. Ritüel esnasında açılacak olanları da hesaplayamam. Hesaplanamayanın alanında olabilmektir ritüeli rutinden ayıran. Her sabah içtiğim sirkeli, ballı, limonlu suyumu tekrarın pençesinden nasıl kurtarabilirim? Onu bir ritüel haline dönüştürerek. Hazırlık aşamasını bile niyetlerimle, anın içinde hem kendimle söyleşerek, hem de limonla muhabbet ederek… Ritüellerimi ağıt sürecimin bir parçası haline getirerek; birer yaratıcı eyleme dönüştürerek; kendime hazırladığım her yemek bir sanat eseri olsa, şifa vermez miydi? Sadece bana değil, bütüne. Ben eşittir sen. Biz eşittir Bir.
Aslında bu bahsettiklerim gündelik olarak yapılacak şeyler fakat corona sürecinde bunların kıymetini daha çok fark ettik ve ertelemekten vazgeçerek birer yetişkin gibi kendimizin sorumluluğunu alarak istikrarla ve adanmışlıkla pratik etme antremanlarını yapıyoruz. Yıllardır aldığımız eğitimler, workshoplar, gittiğimiz inzivalar sadece iyi vakit geçirmek, kafamızı dinlemek, sisteme karşı bir duruş ortaya koymak için değilmiş. Kriz zamanlarına hazırlanıyormuşuz!
O halde canlar, korkuya ve kaygıya kendimizi kaptırmak, donmak, uyuşmak ve kaçmak yerine bu süreçte hem bedenen hem de ruhen merkezimizde ve uyanık kalarak heybemizde biriktirdiklerimizi paylaşmaya başlayalım. Şu anda dünya için yapabileceğimiz en makbul dua, rabbimize dönerek, kendimize dönerek, hediyemizi olanca güzelliği ile tüm var oluşla paylaşmak ve yuvaya dönüş yolunda el ele diz dize göz göze olmak.