Kavuşma Yıldönümü


white petaled flowers at daytime

Çok güzel bir babaymış. Öyle böyle değil, anlata anlata bitiremedi kimse o gittiğinden beri, beni ne çok sevdiğini, bana ne çok özendiğini, bir tek benim ölümümü kaldıramayacağını söylediğini. Çok güzel babaları kaybeden çocukların hüzünleri de çok güzel olurmuş. Ve bir şeyleri de hep çok güzel yapmaya gayret ederlermiş. Çünkü böyle yas tutarlarmış.

O zaman gerçek sevdiğiyle kavuşma yıldönümünü de bir o kadar güzel kutlayalım dedik. Düştük yollara, annem, eşim, ben. Google maps’in rehberliğinde başladık Edinekapı surdışındaki mezarlıkta dolanmaya. Bir sokağa girdik. İki katlı evler, pencerede beyaz atletli abi ve ağlayan erkek çocuğu, arkadan gelen arabesk müzik. “Abdurrahman Sami Niyazi’nin kabrini arıyoruz” dedik. “Bir dakika” dedi, müziğin sesini kıstı, ağlayan çocuğunu kucağına aldı, çocuk sustu. Belki de sırf bu çocuk babasının kucağına kavuşsun ve sussun diyeydi her şey. Babamın ölümü bile. “Bir yukarıda bir de aşağıda türbe var, ekmek fabrikasının orda” dedi. Rehberimiz Google maps’e göre hedefe çoktan varmıştık, sağ tarafımızda kapatılmış demir bir kapı. Anladık buradaki giriş sır olmuş. Bizi mutlaka başka bir yol bekler, navigasyonsuz.

Yokuştan inerken mezarlığa giren başka bir kapı daha görmüştük. Kartonlarla kapatılmış. Önünde bir adam oturuyordu. Selam vereyim mi vermeyeyim mi ikilemine düşmüştüm yine. Çok geç olmuştu karar verene kadar. İşte şimdi geri dönerken yine önünden geçecektik selam veremediğim abinin. Niyet et yeter ki, yoluna çıkarırlar yine. Selam vermişken ona da soralım dedik, Abdurrahman Sami Niyazi’nin kabrini. Bir şeye ihtiyacın olunca selamı da daha kolay veriyorsun. İnsan insana muhtaçlığında, insan insana hizmetinde buluşuyor birbiriyle. Her şeyi elindeki telefonla çözebileceğine inananlar kendini sonunda kör bir noktada bulabiliyor, yalnız. Adam da bilmiyordu kabri. “Yalnız köşede bir türbe var. Belediye oraya bir sensör takmış, önünden biri geçince ayetler çalmaya başlıyordu. Akşam insanlar geçerken aniden çalınca çok korkmaya başladılar, şikayet ettiler, kaldırdılar” dedi. İnsanı algılar algılamaz ses veren ayet fikrine gülümsedim. İnsanın olduğu her yerde yine insan üzerinden ses bulan ayetlere kulak verdiğimizde ne korku kalıyordu ne de sensör takmaya hacet. Adam merak etti kimmiş aradığınız kabir diye, düştü peşimize. Bekçinin verdiği tarifle girdik kabristana hep birlikte.

Adam kabristanı avucunun içi gibi biliyormuşçasına hızlı ve kararlı adımlarla ve hatta şevkle önümüzde yürümeye başladı. Tüm bunlar gayet teklifsiz ve plansız olmuştu. Google maps’in yerini o almıştı. Önümüzde yürürken bazen ağaçların arkasında kayboluyor, sonra başka bir yerden çıkıyor ve el ediyordu. Onu bulduğumuzda kabre çoktan varmış, önünde duruyordu. “Şimdi hatırladım” dedi. Belki de sırf bu adam şimdi hatırlasın diyeydi her şey. Babamın ölümü bile. “Ben de tarihi çok seviyorum, Ertuğrul Gazi 150 bölüm, tekrar tekrar izliyorum. Korona döneminde de iyi oluyor.” dedi ve başladı anlatmaya. Osmanlının kuruluş hikayesini, hükümdarların bir yerde gördükleri hatunlara aşık olup çocuk yapmalarını, çocuklarının isimlerini gece gündüz dağ koymalarını, Anadolu’ya gelişlerini, kalışlarını, kök salışlarını. Tüm detaylarına kadar, şevkle anlattı. Ayakta, güneşin altında, boncuk boncuk terleyerek anlattı. O kadar aradığım ve sonunda bulduğum Allah dostunun mekanında bir Fatiha bile okumaya zaman bulamamıştım. Sözde burada derin tefekküre dalacak, sessizce Sami Niyazi Efendi ile sohbetleşecek, babama da selam edecektim. Şimdi selam verdiğim abinin Ertuğrul gazi hikayesini gözümü kırpmadan dinlemek durumunda kalmıştım. Belki de selam verdiğim abi çok sevdiği bu hikayeyi paylaşacak birini bulsun diyeydi her şey. Babamın ölüm yıldönümünün kutlaması bile.Hiç yorum yapmadan, araya girmeden, olabildiğince mevcudiyetimi koruyarak dinlemeye çalıştım onu. Duyduğum tüm detaylar o anda buharlaşıp uçsa da abinin duyuldukça ve görüldükçe bir nehir gibi akması, anlattıkça anlatması kabrin üzerine dökülen bir tas su, okunan bir fatiha yerine geçiyordu. Birbirimize açılan ayetlerdik. İnsanın olduğu her yerde yine insan üzerinden ses buluyordu ayetler. Ayetlerin dışını saran kıyafet değişiyordu yalnızca. Kendini zank diye sana açacak değildi ya, azcık gönüllüğünü, sabrını, şefkatini, kişisel planlarını geride bırakışını, olana kendini açısını yokluyordu. Celal olmadan cemal olmaz dedikleri şey belki de buydu. Sonunda tamam oldu, sustu. İsmini sordum, “Ali” dedi.

Ali abi mezarlıktaki papağanlardan ve muhabbet kuşlarından, İstanbul halk ekmeğin üzümlüsünün lezzetinden dem vurduktan sonra elini kalbine koyarak bizi selamladı ve ayrıldı. Tamam şimdi kendimle kalıp sessizliğe durma zamanıydı. Gözlerimi kapattım. Ve bir selam sesi yükseldi. İçimde hem isyan eden hem de kıs kıs gülenler eşlik etti selama. Karşımda başka bir ayet duruyordu. Elinde neon sarısı bir lastik, diğer elindeki telefonla kabrin taşını fotoğraflarken sordu “Siz de Uşşaki misiniz?” “Bilmiyorum, inşallah dedim.” Şimdi Melami kabirlerinden geliyorum, onların mezar taşlarında inşallah yazmıyor” dedi. Melamiler de yıldız gibi belirip kayboluyorlar ne zamandır gökyüzümde. Sarı Abdullah Efendi’yi bilirsiniz o zaman, Mesnevinin Parlak Cevherleri adıyla kitabını yayımladık” dedim. “Evet biliyorum hatta tezinizi telefonuma indirmiştim, çok takdir ettim, etrafımla da paylaştım, sizle burda karşılaştık” dedi. Başka nerede karşılayacaktık ki? Kim ayarlayacaktı böyle bir görüşmeyi? Allah dostlarının kabirleri hele, tam bir karşılaşma ve buluşma yeri olarak iş görüyordu yakın ruhlara. Yakın zamanda biraz küskünleşmiş, motivasyonumu kaybetmiş “Yazılarım nasılsa ulaşmıyor çok kişiye, ne olup bittiğinin farkında bile değilim okuyanlarda, o zaman ne diye yazmaya devam edeyim ki” demiştim Marian’a. Belki de bu küskünlüğüme teselli bulayım diyeydi her şey. “Tasavvuf alanında hep aynı şeyleri okumaktan gözlerim bozuldu bakın” dedi gözlüğünü gösterdi, “bıktım tekrar edenlerden. Sizin çalışmanız o yüzden iyi geldi. Sarı Abdullah Efendi’nin bütün eserlerini çalışsanız ya” dedi. Yazdığım Yuvaya Dönüş kitabından bahsettim, “Buldun mu yuvaya dönüşün yolunu?” diye sordu. “Deniyorum hala.” dedim. İşte böyle böyle birbirimize rehberlik edince yolun haritası kendini ortaya koyuyor. Nasıl olduysa bir noktada durdu ve “Dişi nedir? Bunun cevabını arıyorum ne zamandır” dedi. Kendisi dişi hakkında yazdıklarıma henüz denk gelmemişti. Bu soruyu nasıl sorabiliyordu? Soruyordu işte. İçinde açığa çıkmak isteyen dişi soruyordu. Bende daha da canlanmak isteyen dişiye dokunmak için soruyordu. Sami Niyazi ve yanında medfun eşi de eminim keyifle bize şahitlik ediyorlardı. Babam da içinden gülerek diyordu: “Bırakayım da hala benim yıldönümü kutladıklarını zannetsinler.”

 

 

 


Okumaya devam et

Yazar

Aslınur

Aslınur yazarak, çizerek, resmederek, çevirerek, manevi turlar ve online dersler tasarlayarak Anadolu hikmet kültürünü modern zamanlarda canlandırmaya gayret ediyor. Boğaziçi Üniversitesinde okuduğu İngiliz Edebiyatı ve Türk Edebiyatı bölümleri, doğu ve batı arasında köprü kurmasına yardımcı oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İlahiyat fakültesinde İslam edebiyatı bölümünde yaparken tasavvuf edebiyatında özellikle Hz Mevlana’nın Mesnevi’sinde derinleşme şansını yakaladı. Bu sayede, Anadolu hikmet geleneğinden gelen eserleri günümüz diline ve kültürüne çevirme tutkusunu keşfetti. Bu çevirinin, kolektif şifaya ve barışa olan katkısını daha yakından keşfetmeye başladı.

Güzelliği Paylaş

copyright – all rights reserved – Gizlilik Şartnamesi

web sitesi yapımı fromEssence.com

Global footer