Bela Köyünün Fanileri


silhouette of 2 women standing on field during sunset

Yeni yılın ilk ayından herkese merhaba!

Hepimizin içinde bulunduğu çağın kabul ettiği bir zaman anlayışı var. Bunun yanında farklı zaman akışları da var. Zaman dediğimiz olgu, kırılıyor, bükülüyor, eğiliyor.

Ayın döngülerine göre seyreden hicri takvime göre ise yeni yılın ilk ayının içerisindeyiz. Yani Muharrem’in.

Muharrem; haram olan demek. Yani gizli ve  mahrem olmayan. Herkese yüzünün örtüsünü açmayan bir gelin gibi bu ay. Onun hakikatinin peşine, özenle, sabırla ve hasretle düşen aşığını bekler. Ona aşık olmayanın özensiz, düzensiz, istikrarsız dokunuşları, bakışı, kokusu, dokusu onu incitir yani haramdır çünkü mahremi değildir. Dişil alan tıpkı rahmin içi gibi karanlıktır, gizlidir, tesettürlüdür, Hakk’ın el-Settar isminin açıldığı mekandır. Buraya, gerçekten onun peşine düşen erler kabul edilir. Ona sadakatle ve aşk ile hizmet eden erler, bu haremin hem hizmetkarı hem de sultanı olur. Ondan başkasına dişilin alanı haramdır onun gözlerine, kulaklarına ve idrakine kapalıdır; kişi o alana dair zanları ile hareket ettiği için zararda ve ziyandadır. Haramın manası budur. Tam bir aldanış ve aldatış.

Rahim tarlasında, aşkın eliyle sıfır noktasından bir tohum ekilir ve can yeşermeye başlar o karanlıklar aleminde, ab-ı hayat ile. Muharrem ayı da böyledir. Bu aya dair rivayetlere baktığımızda aslında hepsinin ortak bir temayı paylaştığını fark etmek zor değildir:

– Hz. Âdem’in işlediği günâhtan sonra tövbesinin kabul edilmesi,

– Hz. İdris’in diri olarak göğe yükseltilmesi,

– Hz. Nuh’un gemisinin tufandan kurtulması,

– Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması,

– Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’a kavuşması,

– Hz. Eyyub’un hastalıklarının iyileşmesi,

– Hz. Musa’nın Kızıldeniz’den geçip İsrailoğulları’nı firavun’dan kurtarması,

– Hz. Yunus’un balığın karnından çıkması,

– Hz. İsa’nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesi,

– Hz. Muahmmed’in Mekke’den Medine’ye hicreti,

Yaşanan sıkıntılı bir süreçten, kriz halinden, bırakıştan, yitirişten, bitti denilen yerden yeni bir hayatın, şifanın, buluşmanın, birleşmenin baş göstermesidir yukarıda yaşananların ortak paydası. Fenadan sonra beka derler tasavvuf geleneğinde buna. Yani ölmeden önce öldükten sonra erişilen gerçek canlılık ve hayat. Zaman düzleminin sıfırlanması ve her şeyin yeniden başlaması. Yeniden, yeniden ve yeniden. Zaten böyle olduğunun farkına varılması ve bu daimi yenilenişe teslim olunması.

Bu sıfır noktasında iyinin ve kötünün; dostun ve düşmanın; bilgenin ve cahilin; günahın ve sevabın; madde ve mananın ortasında, çizgisel zamanın durduğu, unsurların tesirinden özgürleşmiş bir dem vardır. Kişi, burada geçmişin ve geleceğin hükmünden özgürleşmiştir. Anın içindeki bölünmez akışta köklerini salan bir çiçek gibidir. Kokusu da zamanlar ötesine sirayet etmektedir.

Ne zaman bu deme biraz yüzümüzü dönsek, bir nebze hatırlasak anda olmanın zevkini, parmak uçlarımızı gezdirsek üzerine kazınmış olan sırların, sıfırlanıyor bildiğimizi zannettiklerimiz. İçimizi sancıtan, kalbimizi buran sanrılarımız. Sahibinden geliyor. Sahibine dönüyor.

İkinci baharlar, verilen ikinci şanslar katman katman önümüzde açılmaya başlıyor:

Hiç ölmeyeceğini düşündüğümüz sevdiğimizin fani olduğunu idrak ettiğimiz o an; 

Vücudumuz ateşler içinde yanarken yatak döşek yattığımız akşamlar; 

Cayır cayır yanan ormanların kızıllığı yüzümüze vururken;

Seller içinde kaybolan o köyün sakinlerinin sesinde boğulurken;

Bir anda yakalandığımız deprem ayaklarımızın altındaki zemini beşik gibi sallarken

İşte o zaman sıfır noktasındayız. El değmemiş, üzerine kelam edilmemiş, o haremin içindeyiz. Perdenin aralanmaya başladığı sahnedeyiz. Dişilin mahremiyiz. Anın içinde artık, tesettürü tek bir hamlede yırtan ses ile aşkımızı ilan edebiliriz.

Alıştığımız düzenin, inandığımız hikayelerin, vazgeçilmez olarak tutunduğumuz şeylerin (putların) bir anda, acı ve şok yaratan kesintiye uğradığı o noktada, bambaşka bir gerçekliğin davetini aldığımız andayım. Vefasızlığın, sadakatsizliğin, ordan oraya savrulmanın, halden hale geçişin (daha doğrusu halden hale geçişten dolayı etkilenişin) sona erdiği yerdeyiz. Ruhumuzun verdiği sözü hatırlamışız. Bir kez daha. Bir daha unutana kadar.

Bu ay yaşadığımız “krizler”, ölümler, kapanışlar, bitişler bizi böyle bir hareme davet etmekte ve bu haremin sakinlerini anda mesken tutmak konusunda terbiye etmeye çabalamakta diye hissediyorum.

Anda mesken tutmanın adabı şüphesiz eşhedü’den yani şahitlik ibadetinden geçiyor. Şahitlik etmek ifadesini uzun zamandır duyuyoruz. Bu ibadet bana kendini farklı dinamikleriyle her geçen gün biraz daha açıyor.

Şahitliğin, kendimi (kendim zannettiğim şeyi) belli bir mesafede konumlandırarak, gözlemlediğim şeyle etkileşime girmeden, onu objektif bir yerden seyreylemek ve olanın gelip geçmesine izin vermek olduğunu düşünebilirim. 

İslami gelenek bana şahitliğe dair başka bir kapı daha aralıyor: eşhedü

Derler ki arifler, etrafındakilerin acılarına da sevinçlerine de burun kıvırmadan, dudak bükmeden, en derinden iştirak ederlermiş. Ne demiş Hz Muhammed (sav): “Diğer müminlerin dertleriyle dertlenmeyen ve onların acı çekmesinden acı hissetmeyen kişi gerçek mümin değildir.” Mesele, çevremizde (ve onunla bağlantıda olduğumuz için aslında bizde de) olan bitenlere, savrulmadan, onların tesirine girmeden, onlara “varlık” vermeden, dallarımız rüzgarla dans etse de ağacın gövdesi gibi ayaklarımız köklü bir şekilde merkezden katılmak. Bize ardı ardına çarpan tecelliyat ve hissiyat dalgalarının izafi ve gelip geçici olduklarının kalbi eminliği ile onları sırf bu gelip geçiciliğinden dolayı “değersizleştirmeden”, her bir misafiri gerçekten Tanrı misafiri gibi kıymetiyle ağırlamak, iyi bir mihmandar olmak olabilir mi şahitlik ibadeti? Tüm gelenlerin hakkını vererek, onlara bütünüyle, bütünlükle (kemalden) iştirak ederek, gözlerinin içine bakarak, ellerinden tutarak. Denizin dibine kadar içinde kalarak, yine de ve belki de bu yüzden dalgaların sürükleyemediği bir halde onlarla dansa durarak. Hem müthiş sabit hem de müthiş dinamik. Esnek dayanıklılık denilen şeyin bu şahitlik ibadeti ile ilgisi olabilir mi?

Bu tür bir şahitlik için kalbin tüm açıklığıyla, tüm kırılganlığı ile özellikle acının olduğu alanlarda mevcut olmasına şefkat ve merhamet diyorum. İslamiyet’in merkezindeki Rahman ve Rahim anlayışının şahitlik pratiğine yansıması aslında bu kırılgan alandaki şefkatten ibaret. Dağın tepesinden, “yargısız” ve “objektif” gözlerle olanı sadece seyreylemek ve “bu onun hikayesi ve sorumluluğu demek” değil, pazar yerinin tam ortasında, ateş hattının üzerinde, olanın tam da içinden “bu bizim aslında birin hikayesi” diyerek iştirak etmek olabilir mi eşhedü?

Bu tür bir şahitlik halinin en yakın arkadaşı da yas. Onca şahitlik edilen şeyleri sindirmeyi, bütünlemeyi ve hazmetmeyi sağlayan şey yas tutmak. Acıyı bal etmenin yolu.

Muharrem ayının alametlerinden biri de yastır.

Hz Muhammed’in (selam olsun) ehl-i beytim yani evimin ehli dediği, gerçek İslam’ın hakikatinin taşıyıcıları olan beş kişiden (Hz Muhammed, Hz Fatıma, Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin) sonuncusu, torunu Hz Hüseyin’in, İslam halifeliğini ve dünya saltanatını elinde tutmak hırsı ile kendilerini müslüman olarak tanımlayan Yezid ve taraftarları tarafından Kerbela’da, yanındaki akrabaları ile öldürülmesinin yası tutulur. Yani bu grup, inandığını iddia ettikleri peygamberin torununa türlü işkencelerle zulmetmişlerdir. Pekala, günümüzdeki yaygın İslam anlayışı, Kerbela’daki hangi cephenin mirasıdır? Buraları çok iyi düşünmek lazımdır.

Şehitlik ve şahitlik arasındaki bağlantıyı da.

Bu hadiseyi tüm detayları ile yazan ve bu şekilde bir ağıt metni ortaya koymuş olan Fuzuli’nin Hadikatü’s Süeda’sı, geçmişte çeşitli dergahlarda Muharrem’in ilk 10 günü boyunca okunur ve hem İslamiyet için önemli bir dönüm noktası olan bu olay tefekkür edilir hem de yaşananlar anılarak yası tutulur, gönüller olabildiğince açık ve kırılgan vaziyette bu acıya şahitlik edermiş; aslında geçmişte yaşanmamış, hala gözümüzün önünde cereyan eden Kerbela olay(lar)ına.

Biz de Aslına yolculuk grubumuz ile ilk 10 gün bu eseri okuduk ve gönlümüzde birçok farkındalığın yükseldiğine şahitlik ettik. Hem orjinal İslamiyet’in hakikati ve dejenerasyonu hem de yas tutmak meselesine dair. Hepsini yazmak burada mümkün olmasa da en azından önemli konuları sizinle paylaşmak istiyorum.

Fuzuli öncelikle bu eserde bela, cefa, eza, mihnet, felaket gibi kelimeleri sıkça kullanıyor. İlk bakışta insanı epey rahatsız edebilecek ve iç karartabilecek bir okuma gibi gelse de neden böyle bir tepki geliştirdiğimize bakmak çok faydalı oldu. Ve şunu fark ettik: olumsuz gibi tınlayan bu kavramların yanına Fuzuli, olumlusunu da koyuyordu yani metnin bir diyalektiği vardı. Cemal ve Celal sıfatlarının, doğum ve ölümün birlikte işlediğinden çokça dem vurduğumuzdan, bu diyalektiği, zehir ve panzehirin yan yana nasıl da edebi bir şekilde verildiğini görmek hayranlık uyandırıcı idi. Burada hangi tarafın zehir hangisinin panzehir olduğunu size bırakıyorum. Bu kavramların anın içinde, pozisyonlarını değiştirecek kadar esnek olduklarını da hatırlatmak istiyorum. Onlara elektrik devresinin pozitif ve negatif uçları gibi bakmak işi kolaylaştırıyor (olumlu ve olumsuz yargılarını giydirmeden)

Bu vesileyle acı (aslında vardığı yer ölüm) ile ilgili olan ilişkimize bakmaya davet ediyor Fuzuli bizi, Kerbela olayı üzerinden. Kerbela’nın kelime anlamının bela köyü olduğunu söylüyor. Burada Hz Muhammed’in (selam olsun) bir sözü akla geliyor: 

“Dünya rahat yeri değildir.”

Buradan şu anlaşılmamalı bence: Dünyaya sırtımızı dönelim ve maddi düzlemden zevk almayalım. Münzevi bir hayat yaşayalım. Manayı maddenin üzerine koyalım. İslamiyet, münzevi ve ruhani bir düzlemde sıkışıp kalmayı, sırf ruhbanlığı eleştirir ve daima madde ile mananın dengeli bir şekilde bir araya getirilmesini (sıratel müstakim) tavsiye eder. Halkın içinde Hak ile olmak, sosyal adaleti sağlamak açısından da önemlidir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” der bu yüzden Hz Muhammed. 

Dünya neden rahat yeri değildir o halde? 

Çünkü dünya ebedi değildir, sürekli bozulup yapıldığı ve yıkıldığı için, daimi değişime maruz kaldığı için gelip geçicidir. Gelip geçici varlıklara bel bağlamak kişiyi rahatından eder çünkü değişim, kişiye rahatlık vad eden bir durum değildir. Bu değişime ayak uydurmak, daima güncellenmek ve dönüşmek durumundadır insanoğlu. Uyanık olmak, sürekli derinden dinlemek ve dinamizm içinde olmaktır. Hadiste dem vurulan rahatlık, gafletin ve uykunun verdiği rahatlık. “Tamam, artık, oldum ben.” ya da “tamam artık düzenimi kurdum ben” inançlarının getirdiği, kişiyi tekamül yolculuğundan alıkoyan bir rehavet hali.

Dünya bir tekamül sahnesidir. Dünya, Hakikat’in (Hakk’ın Zatının) isimleri ve sıfatları ile  sergilendiği bir perdedir. Bu perdeye yansıyanların özüne hakim olamayanlar, yansımalarda kaldıkça, nakışlarda nakkaşı bulamadıkça, gönülleri feraha eremediğinden daimi olarak hakikate giden türlü yolları denemek ve bu uğraşta enerji ve zaman sarf etmek durumunda kalır. Belirsizlik, kişiyi rahat ettiren bir hal değildir. Gözü daima Nakkaş’ın üzerine olanlar, belirsizliğin içinde olsalar da ayakları hakikatte sabit olduğundan, kendilerini savuracak türlü arayışlardan beri olurlar ve tuttukları yolda, o her ne ise, derinleşmeye çalışırlar. 

Dünya, kişiye vad ettiği konfor alanları ile aslında onu daima rahatsızlık içinde tutar çünkü bir türlü tatmin olamayan, yedikçe acıkan, sahip oldukça yoksunlaşan gönüller, konfor alanı zannettiği alışkanlıkların ve seçimlerin ağında çırpınıp durur. 

İslami bağlamda rahatlık, selamettedir. (s-l-m; İslam). Selamet, içte ve dışta hissettiğimiz barış, huzur ve eminlik hissi. Kalbü’l-emin. Emin olan kalpler rahattadır. Onun dışında kişiyi dünya sahnesinde kaygılandıracak, şüpheye, vesveseye, korkuya düşürecek hatta onu mutlu ettiğini düşünmesine rağmen rahatını kaçıracak çok hadiseler, sebepler vardır. Bunların başında kendi benliği gelmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu herkesten çok daha iyi bilen, türlü hesaplarla varlığına varlık katmaya çalışan benliği. İslami gelenekte, selamet kişinin ben-ötesi bir varlığa ve hakikate KUL olmasıyla açılan bir haldir. Fakat faniliği ve gelip geçiciliği ile barışamayan kişi, kendinden aşkın bir güce kul olmaktan ölesiye korkar. Bu teslimiyet, onun için ölümdür çünkü. Ölmemek için, sağlam bir benliğin kalelerini yükseltmeye devam etmesi lazımdır ve öyle de yapar.

Rahatsızlığın içinde rahatı bulmaya çalışan kişi, kendi faniliği ile de barışmaya çabalar. Özellikle içinde bulunduğumuz çağda kişinin odağını fazlasıyla iyi yaşama, mutlu olmaya, bilinçlenmeye, aydınlanmaya veriyor olması; tüm bunların diyalektik olarak karşılığında bulunan zıt uçlar olan iyi ölme, acıyla buluşabilme ve kulluk bilincine varma meselelerine yeterince bakmasına olanak tanımıyor. Kişi, yaşamak için ölüyor; ölmek için yaşamıyor. Bu yüzden fani olan doğasıyla, gelip geçici olan yanıyla, beşeri tarafının ölümlü oluşu ile yüzleşmekten kaçıyor. Kaçışını da ölümsüzlüğe kavuşmaya çalışarak, sonsuz bilinç sahibi olduğuna, O olduğuna kendini inanrak yani ilahlığını ve ilaheliğini ilan ederek yapmaya çalışıyor. Aman dikkat.

Hazret-i Ömer  kendisine, ücretli bir adam tutmuştu. Adam her gün üç kez geliyor ve Hazret-i Ömer’e “Yâ Ömer ölüm var!” diyerek ona ölümü hatırlatıyordu. O kişi bir gün yine geldi. Hazret-i Ömer ona artık gelmesine gerek kalmadığını söyledi. Adam nedenini sorunca Hazret-i Ömer, “Sana gerek kalmadı çünkü sakalıma ak düşdü” dedi.

Burada yasın işlevinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Yas tutmak, acıya, kayba (gerçekten kaybolan bir şey var mı?) ya da eksikliğini hissetiğimiz şeylere güzellemede bulunmak. Bu güzellemelere ağıt diyoruz. Hikayelerle, şiirlerle, destanlarla, şarkılarla yası tutulan şeylere övgülerde bulunmak ve mihneti kutsamak. Acıyı bal etmek yas tutmak. Anadolu geleneğinde, övgü metinlerine methiye; ağıt metinlerine de mersiye adı veriliyor. Hakk’ın yarattıklarına hem içkin olduğunu hem de aşkın olduğunu; bizim hem O’ndan ayrı olmadığımızı (teşbih mertebesi) hem de O olmadığımızı (tenzih mertebesi) daha önce de yazmıştım. Bu minvalde; bizdeki ölümsüz taraf olan ruhun ebediliğini kutlamak; dünya düzleminde Hakk’ın tecellilerini, maddede onun suretlerini görüp övmek, methiyeler ile mümkün oluyor. Burada, dünyalığa tapmadan, dünyadaki O’nu görerek dünyanın zevkini almaktan söz edebiliyoruz. Bir de ölümlü olan fani tarafımız olan beşerin, unsurlara karışmışlığının ve bu sebeple gafletinin getirdiği acıların dile geldiği mecralar mersiyeler oluyor; kaybetmesinin kaçınılmaz olduğu şeylerin arkasından yazdığı övgüler. Ölümlü olanı sevmekten vazgeçemeden, ölümlü olanı sevme kapasitesi onu gerçek insan yaptığı için. Ölümü seven de ölümsüz olduğu için.

Ebedi olanı da fani olanı da övmek, insanın buradaki kutlaması. Ne yazık ki, edebiyatla, güzel sanatlarla olan bağlantımızı yitirdiğimiz için bu tür kutlamaları yapamaz hale gelmişiz. İnşallah, hep birlikte, talep edenlerle, hafızalarda uykuya dalan bu güzel pratikleri uyandırmak nasip olsun.

Francis Weller, The Wild Edge of Sorrow isimli kitabında yasın beş kapısından bahseder:

Yasın Beş Kapısı (Başlıklar kitaptan alınmıştır, açıklamalar yazarın güzellemeleri)

1)  Sevdiğimiz her şeyi kaybedeceğiz

Belki de yüzleşmekten en çok korktuğumuz şey: gönlümüzü verdiğim her ne var ise elimizden gidecek olması ve belki de bu yüzden İslam geleneğinde gönlünü yalnızca Hakk’a  yani ebedi olana vermenin akl-ı selime uygun bir tavır olduğundan dem vuruluyor. 

Her nefs ölümü tadar. (Ali İmran,185)

Hiç şüphesiz ki Biz Allah için varız ve Allah’a dönücüyüz. (Bakara, 156)

Her nerede bulunursanız ölüm size erişir. (Nisa,78)

Her şey yok olmaya mahkumdur. (Kasas, 88)

Her ‘Ben’ diyen yok olucudur. (Rahman, 26)

Aslında yaradılışın amacı fani olanın ölmesi ve ölümden yeniden doğması. Bu yüzden sufiler doğal ölüm gelmeden önce, iradi ölümü yaşamaya gayret ederler ve buna ölmeden önce ölmek, fenafillah derler. Yani Allah’ta fena bulmak. Allah’ta fena bulanların bekaya yani gerçek canlılığa ve hayata ulaşacaklarına inanırlar. 

Bunun yanı sıra, fani tarafımızla barışmak ve ölümü daima aklımızda tutmak, birbirimizin varlığına daha çok şükretmemize, birbirimizi daha çok onurlandırmamıza ve birlikte vaktimizi hakikatiyle geçirmemize kapı açıyor. 

Kaybedeceğimi bile bile birini deli gibi sevmek ise, gönlümü epey kırılgan bir yerden teslimiyete davet ediyor. Allah yolunda sevdiklerinizden vermedikçe iyiliğe (Birr) ulaşamazsınız (Ali İmran 92) ayeti bana bu gerçeği hatırlatıyor. Yani benim dediğim her ne var ise, onları bir bir Gerçeğine, Geldiği yere teslim etmek hele ki bunu fani bedende iken  yapabilmek yasın ilk kapısı. La mevcude İllallah. Allah’tan başka mevcut olan yoktur. 

Kerbela olayı üzerinden bakar isek, Hz Muhammed’e (sav), torunları henüz çocuk iken birinin zehirlenerek birinin de başı kesilerek öldürüleceği söylenmişti. Hz Hüseyin’in doğumunda Cebrail’in ona getirdiği iki şey vardı; bir doğum tebriği bir de baş sağlığı. Burada, sevinç ve kederin, ölüm ve doğumun, şeriat ve hakikatin, zahirin ve batının, dünya ve ahiretin nasıl da yan yana konumlandığını görüyoruz. 

Ve bir güzel peygamberin, onca zulümleri yaşayacaklarını bildiği torunlarını gözyaşları ile sevmeye devam ettiğini ve onların da ölümlerinin tam bir farkındalığı ile yaşamakla ödüllendirildiğini.

Bu yüzden Hz Hüseyin, koskocaman bir ordunun karşısında tek başına susuz kaldığında, gözünü kırpmadan savaşmaya devam etmiş.

2)  Sevgiyi tanımamış parçalarımız

Ruhumuzun ihmal edilmiş odalarına, özümüze giden yolların önüne çekilmiş setlere bakmadan, buraları tanıyıp idrak etmeden, kaybettiklerimizin yasını tutmak imkansız. Sufilere göre bir sürgünde yaşıyoruz; gerçek vatanımızdan ayrı düşmüşüz. Ve oraya geri dönmek, aslımıza kavuşmak için ruhumuzun yaktığı ağıtlara kulak verir isek yuvaya giden yolu görebiliyoruz.

Kişi içinde taşıdığı ilahi özü unuttuğunda, kıymetsizlik ve değersizlik hisler ile derin bir yasın içine düşüyor. Kendini hiçbir yere ait hissedemiyor, bağ kuramıyor, sevemiyor, içindeki potansiyeli eyleme dökemiyor. 

İnsan denen varlık, kıymeti sonsuz olan bir varlık.

Ne kadar yaralansak da, kendimize küssek de, utanç duyguları içinde kıvransak da, kıymetimiz daim orada.

Ve bence bu yaralar iyi ki varlar. Yaraları illa ki iyileştireceğim ve sağaltacağım diye binbir çalışma yapma eğiliminin aşırıya kaçtığını görüyorum. Bunun yanı sıra şöyle bir şeyi de fark ediyorum:

Sürgüne uğramış parçalarımız bizi tevazuya getiriyor. Hz Muhammed’in “Fakirlik övüncümdür.” dediği noktaya. Buradaki fakirlik, hiçbir şeyi kendi mülkiyetinde görmemek ve her şeyi Gerçek sahibine vermek. Böyle bir halde insanda açılan müthiş bir tevazu ve alçak gönüllük. Kişi, sendelikçe, düştükçe, hata yaptıkça, başına türlü belalar ve felaketler geldikçe kibrine, her şeyin kontrolünde olduğunu zanneden benliğine “Uyan” ihtarları veriliyor. Bu yüzden iyileşmiş bir benlik algısı seni kibre sürükleyecekse, yaralı bir benliğin tevazusunun şifasına da kucak açmayı denemek nasıl olurdu? Fakirlik övüncümdür yani fakirlik övdüğüm şeydir, tuttuğum ağıttır. Yaralarımın ağıdı beni uyanık tutmaktadır. Eksik ve kusurlu olduğumun itirafı. Pişmanlık duyup edebildiğim o tövbeler.

Kerbela olayında, Yezid’in ve ordusunun üzerinden, insanın içindeki sevgiyi tanımayan parçaların nasıl da kine, kıskançlığa, hasede ve şiddete dönüşebileceğini görüyoruz. İç dünyalarında büyüyen aşağılık ve eksiklik duygularını, dünya ve din saltanatı ile telafi etme çabaları onları böylesine akıl almaz bir katliamın öncüleri haline getiriyor. Bu yüzden Kerbela’nın yasını tutanların, kendi içlerindeki Yezid temayüllerinin de yasını tutması ve üzerinde düşünmesi gerekiyor.

3)  Dünyanın hüzünleri

Dünya bizden ayrı değil biz de ondan. Hz Ali’nin “İnsan kendini küçük bir varlık zanneder halbuki onda kainatlar dürülü.” demesi boşa değil. İnsan denen varlık, tüm varlıkların ve unsurların içinde toplandığı bir mekan, cem meydanı. Bu yüzden dışarıda meydana geliyor gibi gördüğümüz krizler ve acılar, insanın tam da içinde gerçekleşiyor. Burada sosyal sorumluluk ve adalet meseleleri işin içine giriyor. “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki o insan çok zalimdir ve cahildir.” (Ahzap Suresi, 72) ayeti, insanın yüklendiği emanet (hem kainatı kapsayarak hem de dünyevi düzlemde, vicdan ve akıl melekeleri ile çevresindekilerden sorumlu olarak) üzerinden ona “emin olunan, adaletli” bir hal üzere olmasını söylüyor fakat insan, beşer yönü ağır bastığından ve genellikle gaflet halinde olduğundan bu sorumluluğu hakkıyla yerine getiremiyor ve zalim oluyor. Hem içimdeki kainatla birlikte kendine zulmediyor hem de dağlara, taşlara, uçan kuşa. Zulüm bu cehaletten geliyor. Kutsal emanetin sorumluluğunu taşıyan insanlar böyle koşullar altında, dünyanın hüznünü de en derinden hissediyor ve bu hüzün tarafından  felç olmadan, donmadan, uyuşmadan ve kaçmadan tüm varlıkları onurlandırmaya ve üzerine düşeni yapmaya gayret ediyor. 

Hz Hüseyin de, etrafında gelişen hadiselerin sonucunu bilmesine rağmen, ehli beytin manevi sorumluluğundan dolayı ve şeriat/zahiri düzlemde adaleti savunması gerektiği için gözünü kırpmadan Kerbela’ya gidiyor ve cehalet ve zulüm karşısında, emaneti savunuyor. Sonunda onlar katledilmiş görünse de, gerçek İslam onların emanetini alan ailesi üzerinden devam ediyor. Aslında Kerbela olayı, gerçek dinin sahtesinden ayrıldığı bir sahne oluyor. Günümüze kadar bu emanet geliyor, taliplileri kimler?

Fuzuli’nin eserinde dikkat çeken bir nokta daha var; sık sık, göklerin, zamanın, rüzgarın, çölün kendisinin de olup bitenlere şahitlik edip yas tuttuklarını söylemesi. İlk bakışta, doğa unsurları ile şiirlerini süslediği zannedilse de bence burada aslolan türler arası bir yas tutma pratiğini bize sunuyor olması. 

4) Umduğumuz ama bulamadığımız şeyler

Tasavvufa göre insanın aradığı vuslattır. Yani özüyle tekrar bağ kurmaktır. Bu bağ, dünya düzleminde, etrafımızdaki canlarla gönülden gönüle bağ kurmakla hatırlanır. Cem olarak. Kişinin içinde saklı böylesine temel bir ihtiyaçtır bağ kurmak. Kavuşmak. Birleşmek. Bir olmak. Yaşadığımız şartlar altında bu hisleri tadacağımız ortamlar çoğunlukta olmasa da şükür ki bunun için gayret gösteren dostların varlığını bilmek çok güzel. Yine de umup da bulamadığımız bu tür bağlantıların hasretini ve özlemini çekmek, onlara çağrıda bulunmak değil de nedir? Sen hasret şarkını söylemeye devam et, o ağıdın kokusunu alır da gelir, bu kutlamanın bir parçası olmaya. Kırık kalpler, merhameti cezbeder.

Fuzuli, Hadikatü’s Süeda eserinde daima dünyada olmanın zahmetinden ve Allah’a kavuşmanın lezzetinden bahsediyor. Hz Hüseyin de aynı şekilde, dünyada şahitlik ettiklerinin verdiği acının ağıdını yakıyor ve daima, sonunda erişeceği vuslatı gözlüyor. Vuslata kavuşmak için duyduğu hasret, yine de onu, sorumlu olduğu adaleti tahsis etme davasından vazgeçirmiyor. 

5)  Atalar Yası

Destanların, şarkıların, şiirlerin, şiirsel tahayyülün ritüellerin yerini ne aldı? Cevabı hepimize malum. Varlık birbirinin devamı ise, evrende hiçbir şey kaybolmuyor ve sadece dönüşüyor ise o halde atalarımın yasları da benim varlığım üzerinden ses vermeye devam ediyor. Onları duymak, bulunduğum mertebeyle yankılananlara ses vermeye devam etmek, kapanmak isteyenleri de onurlandırarak sonlandırmak, atalar yasına dahildir. Bir de sadece kan bağı ile bağlı olduğumuz atalar değil manevi olarak da himayesini ve rehberliğini kabul ettiğimiz atalarımızın yasını tutmak, onların varlığını bizde canlı tutmanın en güçlü yollarından biri. Onların hikayelerini paylaşmak, bize bıraktıkları mirasları okumaya, dinlemeye devam ederek onları tekamül ettirmek, ataların yasını tutmaktır. Fuzuli’nin Kerbela olayını anlatan böyle bir eseri kaleme alması, aslında manevi ataları olan ehl-i beyti gönlünde canlı tutmak ve onlara olan bağlılığını taze tutmak için olabilir mi? Yoksa yas tutmak, geçmişte olan bir şeyi kabullenemeyişin, tutulan kinin ve intikam hislerinin bir dışavurumu olmanın çok ötesinde, gerçekten güzelleyen, kutsayan ve öven bir pratik.

“Ve Hz Muhammed dedi:

Yas tutanların gözyaşları rahmet yağmuru, rahmet nişanesidir.” (Hadikatü’s Süeda, s. 120)


Yazar

Aslınur

Aslınur yazarak, çizerek, resmederek, çevirerek, manevi turlar ve online dersler tasarlayarak Anadolu hikmet kültürünü modern zamanlarda canlandırmaya gayret ediyor. Boğaziçi Üniversitesinde okuduğu İngiliz Edebiyatı ve Türk Edebiyatı bölümleri, doğu ve batı arasında köprü kurmasına yardımcı oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İlahiyat fakültesinde İslam edebiyatı bölümünde yaparken tasavvuf edebiyatında özellikle Hz Mevlana’nın Mesnevi’sinde derinleşme şansını yakaladı. Bu sayede, Anadolu hikmet geleneğinden gelen eserleri günümüz diline ve kültürüne çevirme tutkusunu keşfetti. Bu çevirinin, kolektif şifaya ve barışa olan katkısını daha yakından keşfetmeye başladı.

Güzelliği Paylaş

copyright – all rights reserved – Gizlilik Şartnamesi

web sitesi yapımı fromEssence.com

Global footer