
Bugün Ayasofya’nın önü ilk açıldığı günler gibi ana baba günü değil. Artık ziyaret edebiliriz. Kontrol noktasından geçiyoruz. Önünde bekleyen gruba yaklaşıyoruz, orada bulunan polis, “İçerideki cemaati önce boşaltacağız sonra dezenfekte edilecek her şey. İçeri girmeniz bir buçuk saati bulur” diyor.
Karnımızı doyurup geri dönüyoruz. Kadın ve erkekleri ayrı ayrı alıyorlar. Alanı ziyaret edenlerin çoğunun dini hassasiyetleri gözetiliyor. Güneşin altında kavrulmaktan korkuyorum önce uzun bir bekleyişle. Neyse ki kadınların olduğu kuyruk bir nehir gibi akmaya başlıyor içeri. Arkamdaki kadın sürekli ayakkabıma basıyor. Heyecan ve merakla itekliyorlar birbirlerini içeriye. Müze zamanlarında içeri girişlerimizi hatırlıyorum. Yine aynı kalabalık, yine aynı kuyruk. Yalnız coşku seviyesinde göze görünür bir şekilde fark var. Çok fazla işlenmiş zihniyle değil bedenindeki ham kuvvetle hareket edenleri görüyorum. Bu ilkel kuvvetten çekindiğimi hissediyorum. Başımdaki hasır şapkayı çıkarıp örtümü takıyorum. İçeri girmeye hazırım. Gerçekten hazır mıyım? Kalbim pır pır, dilimde dualar.
Elim kalbimde Ayasofya’yı selamlıyorum. Önümdeki teyze çoktan telefonunu çıkarmış, Ayasofya- yı Kebir Cami tabelasının fotoğrafını çekiyor. İçeri girenlerin ilk sözleri “Ohh burası ne güzel, serinmiş” oluyor. İçeride ayakkabıları çıkarıyoruz, Ayasofya’nın mermerlerine ayak basmak çok iyi geliyor, orayı daha yakından hissetmemi sağlıyor. Kaygan, yumuşacık, buz gibi…Tabanlarımdan çıkan bilmem kaç asırlık kökler mermeri delip Ayasofya’nın kalbine kadar iniyor. Girişte oturan din görevlisi amcalar o esnada aralarında sohbet ediyorlar. Tabanlarımdan çıkan köklerden haberleri yok, yoksa izin verirler miydi? Budamaya mı girişlerdi ellerinde bahçıvan makasları ile? İçeri girdiğimde ayaklarım turkuaz rengi halılarla buluşuyor. Kendimi misafirliğe gitmişim gibi hissediyorum. Komşunun sadece misafirlere ayırdığı odasındaki o son moda halılara basıyorum sanki. Rengi rahatlatıyor. Yerler su altında kalmış.
Mekanı hissedebilmek için sağa sola döndükçe kanatlanıp tepemde uçuşan cep telefonlarına takılıyor sürekli gözlerim. İnsanlar mekanı hissetmek için beş duyuları yerine cep telefonlarını kullanıyorlar. (çoğu zaman ben de dahil) Telefonlar sevenle sevilen arasında bir aracı olmuş. Telefonlar dini tecrübe ile kişi arasında ruhbanlık yapıyor. En sevdikleriyle ya da belki de kendilerini kanıtlamak istedikleriyle video görüşmesi yaparak, bol bol selfie çekilerek, mekanı fotoğraflayarak aslında Ayasofya’yı medyatik yüzüyle bir müzeye dönüştürüyorlar. Cami olmasına bu kadar sevinen bu insanlar, ona camiden çok müzede sergilenen bir obje muamelesi yapıyorlar gibi hissediyorum. Caminin o huşu dolu atmosferi nerede? Edeple hareket eden o cemaat nerede? Madem o kadar hevesliydik burayı kutsal bir alan olarak kullanmaya, meydan açık, burada mümince hareket edenler nerede? Hayrete düşüyorum. Aslınur, sakın yargıya kapılma, ayrıştırma diyorum. Hele ki Sofya’nın alanında. Kendimi sürekli hizalıyorum o zamansız ve mekansız şefkatli şahitliğe. Sofya’nın tam da şu anda yaptığı şeyi ders al, iyi bir öğrenci ol. Bak, o nasıl da şahitlik ediyor içinde olan bitene. Şefkatle, sabırla, bir kişiyi diğerinden ayırmadan. Hoşgörü diye buna derim ben. O yüzden katman katman bağrında taşımıyor mu farklı dinleri, kültürleri. Nasıl bir kapsayıcılık, ne kadar da ilham verici. Hem de yüzyıllardan beri.
Halıların üzerinde çocuklar oyunlar oynuyorlar. Bir keresinde Marian da içindeki çocuğun oyunbazlığına kapılıp tam da kubbenin altında yere uzanarak mekanla daha yakından bir ilişki kurmayı denemişti de insanlar tek tek aynı şeyi yapmaya başlamışlardı. Yıldızları izleyenler gibi Nur suresinin o büyülü ayetinin altında uzanmışlardı. Sonra güvenlik görevlisi gelip uyarmıştı, burası müze, yasak diye. Sadece dolaş, bir köşede oturmak bile kuşku uyandırır böylesine seküler bir alanda. Bir arkadaşımız otururken gözünü kapattı diye yine güvenlik gelmiş ve “Burada meditasyon yapmak yasak” demişti. İçim acımıştı, bir alanın böylesine maneviyatından soyulmasına. Gözümüzü bile kapatamaya korkuşumuza.
Karşıda tam da pencereden giren ışık huzmesinin düştüğü yerde bir erkek çocuğu uzanıyor. Sanki bir mücevherin içinde oturuyor. Sahne ışıkları yıkıyor bu erkek çocuğunun tüm varlığını. Yanında bir erkek daha. Oynuyorlar. Bu kutsal alanda. Sofya kulağıma fısıldıyor: “Bu çocuklar, farkındalıklı erilin yükselişine işaret ediyor. Onlar benim alanımda oldukları sürece, bilseler de bilmeseler de dişilin ışığıyla yıkanacaklar. Atalarından aldıkları, ataerkilden öğrendikleri o yıkıcı kodları, özellikle dinle ilgili olanları, içlerindeki güçlü dişil sayesinde sahiplenmeyecekler, şifalandıracaklar. Yeni bir dünyanın yaratımını yükselen erilleri yeşertecek.” Gülümsüyorum, bir oh çekiyorum. Kıblenin olduğu tarafa geçemiyorum, erkeklere ayrılmış, hala namaz kılanlar var. Meryem Ana’nın himayesine aldığı çoğu büyüyememiş, ergenleşememiş ve derinden yaralı erkek çocukları bunlar. Yetişkin bedeninde olsalar da. Mantıklı diyorum, Meryem Ana’ya ne kadar yakın olurlarsa o kadar şifalanırlar. Farkında bile olmadan. Bilinçdışı çalışıyor, malum. Mekanın kolektif frekansına boyanıyorsun ister istemez. Meryem Ana’nın yüzü beyaz bir perdeyle örtülmüş olsa da, kim kimi kandırıyor ki. Biz perdeleniyoruz bir kat daha. Bırakıyorum ön safı onlara. En çok ihtiyacı olanlara. İçimdeki kadın erkek eşitliği söylemi ufalanıyor. Bisküvi kırıkları gibi dudaklarımın kenarında kalıyor. Maske olduğundan kimse görmüyor. “Kendini şimdi bu adamlardan üstün mü tutuyorsun
Aslınur? Sakın ha, gitme sakın o tarafa” diyor Sofia. Tamam anacığım, tamam. Estağfurullah. Estağfurullah.
Meryem Ana’nın keyfi yerinde bence. Yıllar önce Hz Mevlana’yı ziyaret ettiğimde gönlüme bir ilham inmişti. Türbeyi ziyaret edenler genelde hayal kırıklığına uğradıklarını, bundan daha deruni bir tecrübe beklediklerini, umduklarını bulamadıklarını söylediklerinde Hz Mevlana demişti ki bana: “Kızım burası dişilin alanı. Hz Şems gibi değil, orada herkes güçlü enerjiyi kudreti hisseder. Dişil olan tesettürlüdür, yani giz perdesinin arkasında saklıdır çünkü çok güçlüdür. Ehil olmayanı yakar. Gerçek taliplisi ancak bu peçeyi kaldırabilir. Yoksa peçeyi kaldıramayanlar dişili görmez, sıkılır, buraya bir şey yok diyip kalkar gider. İyi ki gider, bu bir doğal seçilim sürecidir. Sapı samandan ayırır” Aynı şey Meryem Ana ile mi gerçekleşiyordu? Bu cemaatten ondan açılan kudrete hazır olmayanları yakıp kavurmamak için kendini gizliyor muydu? Allah’ım bu nasıl bir şefkatti, diğerkamlıktı? Cemaatten, sadece o perde arkasını görecek gözler için kendini saklıyordu. Meryem’in mertebesini, Hakk’ın karşısındaki o saf alıcılığı kazanacakların kendi İsa’larını doğurmalarını bekliyordu. Ebelik yapmak için. Ve evet, Meryem Ana’yı sevmeyen, Hz İsa’yı bilmeyen, mümin olamaz. İsteyen amentü suresine baksın. Yani mümin olmanın gerekliliklerine. Alan kalabalıklaştıkça ve telefon trafiği arttıkça nefesim daralmaya başlıyor. Maske kullanıyor olmak da işi kolaylaştırmıyor. Görevliler maskelerini indiren teyzeleri, amcaları uyarıyorlar sürekli. Panayır yeri gibi hissettiriyor bir yandan. Bir yere oturup İnşirah suresini okuyorum, hem kendim hem de Ayasofya için. Bu kadar evladı ağırlamak ona bile zor geliyor olabilir diye hissediyorum.
Bu evlatlar, Ayasofya müzeyken gelmemişler ki buraya. Müze ücretlerinden dolayı olabilir. Müze kültürleri olmadığından, ilgilerini çekmediğinden olabilir. Sanat tarihiyle ilgili herhangi bir arkaplanları olmadığından olabilir. Olabilir de olabilir. Şunu çok net gördüm ki müze zamanındaki ziyaretçi profili ile şu anki ziyaretçi profili arasında bir uçurum var. Ve iki grup da aslında tıpatıp aynılar. Müze zamanındaki ziyaretçiler şimdiki ziyaretçilerden daha iyi, daha makbul çünkü eğitimliler çünkü maddi açıdan daha iyi durumdalar, çünkü laikler demiyorum. Asla da demeyeceğim. O zamanların ziyaretçilerinin de Ayasofya’nın manevi kimliği ile ilgilenmediklerini, hakikatinin farkında olmadıklarını, bir şeyleri daha maddi düzlemden tecrübe ederek nesneleştirdiklerini, bilinç olarak yetişkinliğe geçiş yapamadıklarını düşünüyorum. Modernitenin kazazedeleri olarak.
Şimdikiler de henüz farkında değiller, travmatize olmuş, ataerkin egemenliğinde olan dinin kazazedeleri olarak. Yani idrak ve bilinç açısından ziyaretçi profili değişmiş değil. Sadece sosyal tabaka ve bu tabakanın kendini görünür kılma şekli açısından büyük fark var. Kadınların çoğu tesettürlü. Erkeklerden şalvar giyenler, sarık takanlar, ellerinde değnekleri ile gezenler var. Başı örtülmüş, ellerinde ayıcıklarıyla gezen minik kız çocukları var. Farklı tarikatlardan, vakıflardan gruplar var. Anadolu’nun bilinç olarak hala ergenlik (ve çocukluk) seviyesinde olan büyük anneleri, büyük babaları, amcaları, teyzeleri, tüm yaralarıyla, travmalarıyla, içselleştirdikleri kalıplarla Ayasofya ile buluşuyorlar. Anadolu ile olduğu haliyle bir araya geliyor Sofya. Bu kişiler belki de
hayatlarında ilk kez bir kilise yapısında namaz kılıyorlar. Bu, ne kadar zorlu görünse de o derece müthiş bir dönüşüm imkanı. Her iki taraf için de.
Bir kere daha söylüyorum, bunları yazarken hiçbir şekilde kişileri idrak seviyelerinden ve kıyafet seçimlerinden dolayı yargılamıyorum. Hatta çarşaf giyen kadınların bazılarına hayranlıkla bakıyorum, ne büyük tevazu ve zerafetle taşıdıklarını görüyorum o siyah ve hiçliği temsil eden kıyafeti. Tıpkı bronz teninin üzerindeki beyaz yazlık elbiseyi zerafetle taşıyan kadınlara hayranlıkla baktığım gibi. Mesele kıyafet meselesi değil. Mesele idrak meselesi de değil. Mesele parçalanmışlığımızı, bölünmüşlüğümüzü görüp bir şekilde bir araya gelip birbirimizin gerçekliğini duymaya gönüllü olabilme meselesi. Ayasofya’dan daha iyi bir mekan hayal edemiyorum bunu gerçekleştirmek için.
Kadınlar bölümüne geçiyorum, bir oh çekiyorum. Burada daha ferah bir hava var. Sadece kadınların olduğu bir alanda olmak bana çok iyi geliyor. Kadın çemberlerinden ve inzivalarından aldığım tadı, camilerin kadın bölümlerinden de alıyorum. Gencisi, yaşlısı, namaz kılanlar, tesbih çekenler, Kuran okuyanlar. Dişil gücün doğrudan bedenlenmiş hali olan bu kadınlara, Meryem Ana’nın kızlarına, burada çok iş düşüyor. Şimdiden işe koyulmuşa benziyorlar. Bilerek ve bilmeyerek. İnşallah daha çok farkına vararak, bu ibadetleri neden yaptıklarının. Annesinin yanında oturan erkek çocuğu telefonda oyun oynuyor. Bir kız çocuğu annesini taklit edip secdeye varıyor, secdeden akrobatik hareketlerle kalkarak bir örümcek gibi yürüyor yün halıların üzerinde. İki erkek çocuğu alın alına vermiş, konuşuyorlar. Biri diğerine: “Bil bakalım bu kimin sesi, ‘Bless your heart’” diyor. Başka bir anne oğluna “Kadiiiir poz ver, resmini çekiyorum.” diyor. Dün bir dostumla yaptığım konuşma geliyor aklıma. Allah’ın el-Kadir sıfatının her şeyden nasıl da işlediği. Yanında namaza durmuş kız çocuğunun üzerindeki demode eteği düzeltiyor annesi. “Söz veriyorum sana güzel kız, namazlarını kılarken bir kraliçe gibi görüneceğin, güzel kıyafetler tasarlayacağım sana. Sevgiliyle buluşmaya giderken üzerine en güzel elbiseni geçirmiş olacaksın ve bu sana müthiş bir heyecan ve saadet verecek büyük buluşman için” diyor içimdeki ses.
Bir ânın içinde o kadar çok şey açılıyor ki neyi nasıl takip edeceğimi, ilmek ilmek açılan hikayeleri nasıl öreceğimi şaşırıyorum bir müddet sonra. Derin bir ah çekerek gözlerimi kapatıyorum tefekkür için. Alışkanlıktan olsa gerek gözlüklerimi indiriyorum. Sonra fark ediyorum ki arkamda gözleri kapalı tefekkürde başka bir kadın var. Bunu yapmaya artık iznimiz var. Gözlüklerimi çıkarıyorum. Ve hepimizi, kendimizi bu hikayedeki hangi kesimle temsil ediyorsak olalım alışık olduğumuz gözlükleri çıkarıp, ân be ân yeniden yükselen hikayelere kulak vermeye davet ediyorum. Bence Ayasofya bunu hak ediyor. Ayasofya ile birlikte bu toprağın insanları da.