Yazar: Aslınur

Aslınur yazarak, çizerek, resmederek, çevirerek, manevi turlar ve online dersler tasarlayarak Anadolu hikmet kültürünü modern zamanlarda canlandırmaya gayret ediyor. Boğaziçi Üniversitesinde okuduğu İngiliz Edebiyatı ve Türk Edebiyatı bölümleri, doğu ve batı arasında köprü kurmasına yardımcı oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi İlahiyat fakültesinde İslam edebiyatı bölümünde yaparken tasavvuf edebiyatında özellikle Hz Mevlana’nın Mesnevi’sinde derinleşme şansını yakaladı. Bu sayede, Anadolu hikmet geleneğinden gelen eserleri günümüz diline ve kültürüne çevirme tutkusunu keşfetti. Bu çevirinin, kolektif şifaya ve barışa olan katkısını daha yakından keşfetmeye başladı.

Beraat etmek

 

Hicri takvime göre yeni bir gün, gün batımıyla birlikte başlar ve bir sonraki gün akşam ezanı ile sona erer. Yani bugün, 17 Mart Perşembe günü akşam ezanı ile birlikte Recep 15’e merhaba diyor ve Berat kandilini Cuma akşamına kadar ağırlıyor olacağız. 

Beratın aslı beraettir. Beraet kelime manasıyla bir zorluktan, yükümlülükten  kurtulmak o zorluktan “beri” yani uzak olmak anlamına gelir. Bir diğer manasıyla borçtan kurtulmak, temize çıkmak, aklanmaktır. Beraat edenler yani ebrarlar iyilik zümresindendir.

İnsan neyden beraat eder? Onu kirleten şey nedir ki aklansın? Taharetin buradaki işlevi nedir? Niye her şeyin başı temizlik?

Önceki yazımızda Şaban ayını rıza kapısı ile birlikte okumuştuk. Rıza halinde olan insanın yaşadığı olumsuzluklara ve acılara ızdırap adı verilmez.  Sehl-i Tüsteri “Rızaya ulaşınca huzur meydana gelir. Ne mutlu onlara, akıbetleri ne güzeldir onların” (Ta’arruf 72) demiştir. Benim ızdıraptan anladığım şey insanı kendisindeki ve çevresindeki varlıklarda bulunan ilahi özden maddi manevi uzağa düşüren benlik iddiasından gelen halleridir. Bu ayrılık hali, kişiyi ve bağlantıda olduğu her şeyi ızdıraba sürükler. Bu, asıl musibettir. 

Bir de musibet anında kalbi huzurlu olan nice razı insanlar vardır. Zorluktan beri olmak da, huzursuzluğu yani güvensizliği ve imansızlığı yaratan her ne var ise (bir inanç kalıbı, koşullanma, direnç, korku, öfke, aslında nefsin türlü hallerinden gelen enaniyet) onları görebilme, görebildiklerini pişmanlık ve tövbe meclisine serinlikle ve mahcubiyetle buyur edip onlarla oturup konuşabilme cesaretini göstermektir. Kişinin aslında nasıl bir durumda olduğunu gerçekten dürüstlükle ve şeffaflıkla fark etmesidir.  Kişinin kendine “yakıştıramadığı ve nefsinin kendine konduramadığı” halleri  bir düşman ve öteki olarak görme tutumu onu ayrılık hikayesine düşürür çünkü burada taraftarlık ve fanatizm hali vardır: kişinin o anda kendisine hoş gelen hislere, hallere ve dahası “kendine yakıştırdığı hallere ve ideallere” tutunması. Yüzünü sadece ışıklı yerlere çevirip sırf metafizik dünyada eğleşerek hakikat devşirmeye çabalaması. İşte asıl musibet beşerin iç dünyasında yaşanan bu ayrılık, ikilik, parçalanmışlık, dağılmışlık ve perişanlıktır. Belki de beri durmamız, uzaklaşmamız gereken şey, bu ayrılık hikayesine sebebiyet veren alışkanlıklarımız, yargılarımız ve bütüne zarar verdiğini artık fark ettiğimiz hükmetmeye ve kontrol etmeye dayalı nefsin emirleridir. Enaniyetin ta kendisidir. Boşa dememiş büyüklerimiz “Benliğin en büyük günahındır.” diye.

Bu ayrılık hikayesine ben, benliğim ile nasıl katkıda bulunuyorum? Dünyanın içine düştüğü bu krizde, parmak salladığım ve arkasından tonla laf ettiğim kişilerden zuhur eden hallerde benim payım ne? Bu hallerden bende de olmadığını düşündürten tarafım neresi? sorularını sorma zamanı bugün. Beraat kandilinde Allah’ın tevbe kapılarını açıyor oluşu, günahların silindiğinin belirtilmesi, borçlardan kurtulma ve temize çıkma davetleri insanın kendi gölgeleriyle ve benlik iddialarıyla karşılaşabilmesi için gerekli koşulların bu gece daha derinden, güçlü ve aynı zamanda Allah’ın şefkati, merhameti ve kolaylığı ile sunulmasıdır. Daha önce belirttiğim gibi kutsal alanlar ve ritüeller insanın bu tür iç gözlemleri aracılığıyla kendi gölgeleriyle  ve nefsani halleriyle karşılaşmalarını güvenli bir alanda mümkün kılan çerçeveleri ve altmetinleri içerir.

Tevbe kapısı affedicilik kapısıdır. İnsanın enaniyetiyle karşılaşması en kötü ve pis olarak algıladığı ve sakladığı yönleriyle yüzleşebilmesi için öncelikle kendine karşı affedici olması yani kendini bir şey zannetmeyi bırakması lazımdır. Kendini affedemeyen insanlar genellikle belli bir ideale göre kendilerini var olmaya zorlayan yani bir put gibi kendilerini yontmaya çalışanlardır. Çalıştıkça ellerindeki bıçağın ucu körelir. Sonunda hiçbir şeye benzemeyen bir halde buluruz kendimizi; Yaradan’a teslim olmaktansa yaratmaya yeltendikçe. Kendi kendine sebep olduğun zorluklardan nasıl beraat edeceksin? Kendine biçtiğin sahte yükümlülüklerden ve omuzlarını çökerten yüklerden ne zaman azad olacaksın?

Beraat kandilinde edilen dualarla ve dilenen aflarla aslında bu putlardan temizlenme şansı verilir bize. Kişi kendini kolay kolay affetmez ama Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir. Her an Rahman ve Rahim sıflatları ile bize ihtiyacımız doğrultusunda ne gerekiyorsa vermekte ve neyi terk etmemiz gerekiyorsa onu bizden almaktadır. Allah’ın merhamet sıfatında bir eksiklik yoktur, problem insanların gönüllerinin hem kendilerine hem de tüm yaradılışlara karşı kaskatı kesilmesi; bölücülükten, çevresini yargılamaktan, kötülemekten ve defterini dürmekten müthiş keyif almasıdır. Hakkın tüm sıfatları insanda açığa çıkar. Fakat bunun için beşerin insan olması gerektir. Beşer vasfındaki mahlukatlarız ve ilahi sıfatları kendimizde perdeliyoruz; hem ağzımıza kadar benlikle ve senlikle dolu olduğumuzdan hem de hükmetmek ve saltanat davası ile Hakkın isim, sıfat ve fiillerini sahiplenip varlık ve sahiplik davası güttüğümüzden. Bu sebeptendir her işin başının temizlik olması ve temizliğin imanın yarısı olması. Hem zahiren hem de batınen. Zahirden başlamayı kendilerine yakıştıramayanların sırf batını temizlikten dem vurup kalplerinin  temiz olmasına ve zaten özlerinin pür-i pak olmasına sığınmaları belki sırf bir aldatmacadır.

İşte insan, tüm bu nefsani ve zelil hallerini kendine itiraf eder,  gönlündeki sızı ile bu hallerden mahcup ve pişman olur ve o anda elinden geldiği kadar ettiği tövbeden- kendini kırbaçlamadan ve daha fazla olmalı güdüsüyle yarış atı gibi kendini meydana sürmeden-razı olursa kendini affeder. Tövbeyi bile idealize etmişiz ya hu, el insaf. Sen beşersin, içinde kainatları taşısan da aynı zamanda-en azından şu anki mertebende- küçük bir noktasın. İnsaf et haline. Zorlaştırma işini. Merhamete gel ve kendini Allah’ın tasarrufuna bırak ve rahat et. Acziyetinle barış. Kul olana sultanlık verilir. Sultan olmaya çalışana değil.

Kişinin kendini affetmesi demek, “Allah’ım nasıl zelillikler ettiğimi gördüm, içimle de dışımla da savaşmayı bırakmaya niyet ettim.” diyip silahlarını yere bırakması ve yüzünü selamet evine dönmesidir. Kendindeki henüz olmamış yerleri ve hamlıkları kabul eden kişi affeder kendini. Affederse de kendine ve de bütüne hizmet etmeyen hallerini dönüştürmek için üzerine düşen sorumlulukları alır. Affetmek tövbe edip bir kenara çekilmek ve Allah yapsın bundan sonrasını demek değildir. Sen çekil aradan, görünsün Yaradan. Görünenlere iştirak etmektir mesele, gölge etmek değil.

Bu şekilde Beraat kandilini (hem 15 Recep’te hem de yaşam yolculuğunun tamamında yani ân-ı daimde yaşamaya gayret eden kişi) bir borç gibi üzerinde taşıdığı o hislerle karşılaşmış, yüzleşmiş, ağzının payını, yolunun azığını almış şekilde Allah’ın iradesi ölçüsünce temize çıkar ve aklanır. Abdest tazeler. Aslında onun meselesi aklanıp aklanmadığını kesin bir şekilde öğrenme çabası değildir, sonuç da devşirmez. Onun için önemli olan şey, bu eksik ve kusurlu hallerini ve acziyetini sonunda dillendirebilmesi ve hükmü ve kontrolü Gerçek Sahibi’ne vermiş olmasıdır. Gerçek Olan Tek Varlığın hükmüne girenin de, onun vereceği hükmün ne olacağına dair endişeleri, kaygısı ve hatta merakı bile olmaz. Razı olan nefs, aklanmıştır vesselam.

Aslında hep temiz olan o özün üzerindeki toz tabakası bir nebze daha kalkmıştır. Gözlerin önündeki perdeler biraz daha aralanmıştır. Gereğinden fazla açılmış olan gözlerin üzerine de giz perdesi inip onu tesettürü ile koruma altına almıştır. Bileyim, idrak edeyim, sırra vakıf olan diyen kardeşim! Kendine zulmetme, gel yolun en başına, Hz Peygamber’in “Ben ibadetin az da olsa istikrarlı olanını severim.” düsturunca haddini bilerek, minik ama kararlı adımlarla, zaten senin için halihazırda konulmuş olan yolu yürümeye gayret et. Kendi başına icatlar çıkarma, yolu sarpa sardırma. Tabi ol ve kurtul.


Terzi Baba’ya (Necdet Ardıç) göre “birinci manada berat; kişinin, Hakk’ın emir ve yasaklarına uyup bedensel boyutta yaşamını, bu kurallar üzerine bina edip isyan etmeden, günaha girmeden, her varlığa iyi bir muamele ile sürdürmesidir. Bunun karşılığında kazanacağı Rabbinin hoşnutluğu, onun berat’ı olacaktır. Bu genel hükümdür. Birinci berat günahtan, isyandan kurtulmaktır. İkinci berat ise kendinde var zannettiği benliğinden kurtulmaktır. Birinci beratı gerçekleştiren kişi iyi bir insan olur. İkinci beratı gerçekleştiren kişi ise “kendini bulan bir insan” olur.” 

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda intak etmedikçe birra iyiliğe eremezsiniz, muhakkak ki Allah onu bilir.” Ali İmran 92

“Yüzleriniz! doğuya ve batıya çevirmeniz Berr (iyilik) değildir. Ancak berr, Allaha, ahiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere iman etmek, sevdiği mallarından yakın akrabalarına, yetimlere, fakirlere, yolculara, dilencilere ve kölelere dağıtmak, namaz kılmak, zekat vermek, söz verdiği zaman sözünde durmak, sıkıntılı zamanda zorlukta ve sıkıntıda sabretmektir. İşte bunlar doğru kimselerdir ve bu kimseler muttakilerdir.”  Bakara 177

Terzi Baba’ya göre: “Ber’at gecesi sadece senede bir defa gelen bir gece değil “kendine ulaşma” yolunda büyük bir aşamadır. Kişi kendine ulaşamazsa Hak’ka da ulaşmasına yol yoktur. Birimsel varlığın Hak yolunda en büyük engeli kendine ulaşamamasıdır. İşte bu nedenle burası bir yol ayrımıdır. Burada ya benliği ile hayatını sonuna kadar sürdürür, Hak’tan ayrı düşersin veyahut kendini aradan kaldırır, gerçek batını “berr”e ulaşır beratını alırsın: İşte o zaman kıblen değişir, gerçek kıblene dönersin. Özel hitapların gelmeye başladığı yer burasıdır. Onun için Kuran-ı Keriym bu gecede dünya semasına inmeye başlamıştır, bir başka ifade ile senin gönül semana ilahi hakikatler inmeye başlar.” (Mübarek Geceler ve Bayramlar)

“Ey tatmin olmuş, huzur bulmuş nefs! Sen ondan razı o da senden razı olmuş olarak Rabbine dön” (Fecr 27-28)


 

Bu gece aynı zamanda yaradılanların senelik rızıkları ve ömürlerinin takdir edildiği söylenir. Bizim işimiz, Allah’ın takdiratına tesir etmeye çabalamak değil, onun takdir ettiği şeyin tesirine girebilmek için kendimizi temizlemek yani boşaltmaktır. Boşal ki açılsın senden ilahi tecelliler. Bugün, geri kalan ömrünün ilk günü değil mi zaten? Bu bilinçle yaşayanlara ibn’ul vakt, vaktin çocuğu denmiyor mu? Sen de, vakit her neyi gerektiriyor ise, kendi planlarınla bu hükümlere gölge düşürme ve hangi vazifen var ise onu tut. Yani kendi işine bak. Gönlüne hoş gelen ilham ve manalar, inşallah nasibince o küçük gibi görünen vazife ve ibadetlerin içinden açılıversin.

Sen yeter ki yüzünü kıblede tutmaya gayret et. Bak, bu gecenin ertesi günü Kudüs’ten Mekke’ye dönecektir kıblenin yönü. Yani çokluk tecellisinden teklik tecellisine. Mekke, zat tecellisidir. İsim, sıfat ve fiillerin bir araya geldiği o noktada, o Muhammedi ahlakın potasında eriyebilmek ve çokluğun içinde sadece ama sadece O’nu görmek duasıyla.

Bu gece kendinle en savunmasız ve samimi bir yerden buluşmaya ve sendeki O’ndan razı olmaya niyetli misin? 

Ne demiş Bursalı Aşık Yunus:

İlâhî cennet evine 
Girenlerden eyle bizi
Yarın orda cemâlini 
Görenlerden eyle bizi

Mahşerde halk ola üryân 
Çok yürekler ola püryân
Arşın gölgesinde seyrân 
Edenlerden eyle bizi
 
Yâ Hayy ü Yâ Kayyûm Samed 
İhsânına yokdur aded
Firdevs bahçesinde ebed 
Kalanlardan eyle bizi

Şu dünyânın cefâsı çok 
Kimi aç gezer kimi tok
Şol mîzânda sevâbı çok 
Gelenlerden eyle bizi
 
Bakma dünyânın vârına 
Düşüp dâim Hakk yoluna
Berâtını sağ eline 
Alanlardan eyle bizi

Mü’minlere rahmet ola 
Münâfıklar mahrûm kala
Yûnus eydür doğru yola 
Gidenlerden eyle bizi
 
Bursalı Âşık Yûnus
Kuddise Sırruh
Aşağıdaki linkten,  çok sevdiğim Muzaffer Özak Efendi’nin zikir meclisinde bu ilahiyi dinleyebilirsiniz.

https://defter-i-ussak.blogspot.com/2017/12/ilahi-cennet-evine-girenlerden-eyle-bizi.html

Beratını sağ elinden alanlardan olmak duasıyla, hayırlı kandiller diliyorum tüm taliplilere.

“Ha mim. Apaçık olan Kitap’a and olsun ki. Biz onu, kutlu bir gecede indirdik. Doğrusu biz, insanları uyarmaktayız. Katımızdan bir buyrukla her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Doğrusu biz öteden beri peygamberler göndermekteyiz. Eğer kesin olarak inanırsanız bilin ki, bu senin Rabbinden göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunanların Rabbinden bir rahmettir. O, işitendir, bilendir. O’ndan başka ilah yoktur, diriltir ve öldürür. Sizin de Rabbiniz önceki babalarınızın da Rabbidir.” (Duhan, 1-8)

Şaban Ayı ve Rıza Kapısı

Şaban Ayı ve Rıza

Hakkın ve hakikatin, belli ritüeller ve geleneklerle hatırlandığı alanlar, sembolik manada güçlü bir etkiye sahiptir. Zihnimizin ötesindeki o bilinmez (bilinip de unutulmuş olan ) alana dokunma şansını verirler bize.

Diğer dinlerde ve kadim geleneklerde olduğu gibi İslam dünyasında da kutsalla karşılaşma alanları olarak belli günler ve süreçler vardır. Üç aylar da bunlardan biridir. Recep, Şaban ve nihayetinde Ramazan ayları bir bütün olarak insanı sembolik bir yolculuktan geçirir. Diğer aylarda odak noktası dünyevide olanlar bu sembolik alanın yardımıyla yüzlerini kutsala ve kutsalın yansımalarına çevirir.

Hakikate doğru giden yolda bir yolcunun üç kapıdan geçtiğini hayal edelim. Niyet, rıza ve şahitlik. Recep ayı niyet kapısı; Şaban ayı rıza kapısı; Ramazan ise şahitlik kapısı şeklinde eda edilebilir.

Rızanın Amansız Sevgisi

Şaban ayının içerisindeyiz, bu vesileyle rıza kapısından bahsedeceğim. Bir sonraki yazıda da Beraat Kandilinin önemini anlatmaya çalışacağım.

İlk olarak rıza kelimesinin manasına bakalım. Rıza tasavvufi bağlamda birçok seviyede kullanılıyor. Örneklerden ilkini Rabia Anamızdan bir alıntıyla vermek istiyorum:

Süfyan Sevri, Rabia’nın yanında ‘Allahım benden razı ol! diye niyazda bulunur. Rabia da ona şöyle der: ‘Kendisinden razı olmadığın Zatın rızasını nasıl isteyebilirsin? (Şehide, 109)
Rabiaya ‘Kul ne zaman razı olur?’ diye sorarlar. O da ‘Nimete sevindiği kadar musibete de sevindiği zaman’ cevabını verir. (Şehide, 124). Günümüzde yaşanan krizlere farklı bir bakış açısı sunuyor değil mi?

Psikanalist yazar Marion Woodman’ın Leaving My Father’s House kitabından bir bölüm, krizlerle ve aslında acı olan ilişkimizi daha derinden açıyor:

“What do you think this love is about dear? Being kind? Being a good person? Being nice and pleasant? You are a fool to think this love is soft, woman. When you live this love you will be as ruthless with others as I am with you. When I see you with my X-ray eyes, you are released into your essence. Do you want essence or illusion?”
I know that Nellie’s love forces me to face the negative side of my own shadow. I often feel like a puppy with its nose being rubbed in its own shit. Nellie forcefully tells me my nasty secrets, my horrid, greedy, power-hungry, terrified little self. Yet I never feel guilty or unloved. It is only when I face these aspects of myself straight on that I can choose not to let them into my life. When I don’t face them, these despicable qualities unconsciously rule me. I become self-serving and believe that I am life-serving. And I Project my shadow out into the World, polluting it with my own darkness.

I begin to see that this love is a ruthlessness of the heart that profoundly respects Life as it is. It allows for the seperation of death, which in turn creates space for new life. This is the love of my compost pile in the backyard. It is the mystery that takes the rot of life and transforms it into food for the rose. Only roses with good composting soil create perfume in their blossoms. I dont want to see the rot, neither does anyone else. However, if I cannot respect the function of the rot, I cannot respect the function of the perfume of the rose. In this love, life and death are turning points in the process of living.” (s. 175-6)

(Bu sevginin nasıl bir şey olduğunu düşünüyorsun canım? İyi biri olmak mı? İnsanlara hoş ve nazik davranmak mı? Bu sevginin yumuşak bir şey olduğunu düşünmekle aptallık ediyorsun. Sana şu anda nasıl “amansız” davranıyorsam bu sevgiyi yaşadığında sen de onlara karşı o kadar “amansız” davranacaksın. Sana x-ray gibi delip geçen gözlerimle nazar ettiğimde, seni özüne açıyorum. Özü mü istiyorsun yoksa illüzyonu mu?

Nellie’nin sevgisinin beni kendi gölgemin negatif taraflarıyla yüzleşmem için zorladığını biliyorum. Sık sık kendi pisliğine burnunu sokan bir köpek yavrusu gibi hissediyorum. Nellie celalli bir şekilde bana en pis sırlarımdan, korkunç, açgözlü, güce susamış ve korkudan titreyen küçük benliğimden bahsediyor. Ama asla suçlu ya da sevilmemiş hissetmiyorum. Ne zaman kendimdeki bu taraflarla doğrudan yüzleşirsem işte o zaman onları hayatıma almamayı seçebiliyorum. Onlarla yüzleşmediğimde bu hakir özellikler bilinçaltımda beni kontrol ediyor. Kendi egoma hizmet eder hale geliyorum ve bunu yaparken hayata hizmet ettiğime inandırıyorum kendimi. Ve kendi gölgemi dışarıdaki hayata projekte ediyor ve kendi karanlığımla onu kirletiyorum)

(Bu sevginin hayata olduğu gibi saygı duyan kalbin aman vermezliği olduğunu görmeye başlıyorum. Ölümün koparışına izin veriyor ve karşılığında da yeni bir hayat için alan yaratıyor. Bu sevgi arka bahçemdeki kompost yığını gibi. Hayatın çürümüş yanlarını alıyor ve güller için onu besine dönüştüyor, nasıl bir gizemdir bu! İyi kompost toprağında yetişen güllerin tomurcuklarında güzel kokular açığa çıkıyor. Ne ben ne de diğerleri çürümüş şeyleri görmek istiyoruz. Fakat çürümüşün işlevine saygı duymazsam gülün kokusunun işlevine de saygı duyamam. Bu sevgide yaşam süreci boyunca hayat ve ölüm dönüm noktaları)


O halde bize çürümüş yanlarımızı gösteren ve kompost toprağımızı kürekleriyle alt üst eden krizler ve acı vesileleri kimler ve neler hayatlarımızda? Güllerimizin mis kokularını besleyen bu bahçıvanlara ne şekilde rıza gösteriyoruz? Nimete de musibete de aynı derecede ve aynı kabulle bakmak nasıl olurdu? İslam geleneğinde buna itidal deniyor. Orta yolu tutmak; ne ifrada ne de tefride kaçmadan. Vasat bir yerde olmaya, vasat bir insan olmaya gönüllü olmak. Pozitif ya da negatif bir uçtan sivrilerek görünür olmaya çalışan biz çağın insanları için ne kadar da sıkıcı ve sıradan bir teklif değil mi?

Rızanın karşı tarafa, kutsal atfettiğimiz güç (lere) ya da bize acı veren hadiselere gösterilen pasif bir tutum olduğunu mu düşünüyoruz? Bunun sebeplerinden biri muhtemelen sadece iyi, mülayim ve hiçbir şeye itiraz etmeyen bir insanın, dört dörtlük manevi hali ile, tüm günahlardan arı bir şekilde “aydınlanarak” teslimiyette olabileceğini düşünmemiz. Ne de olsa gülün kokusunun topraktaki gübreden geldiğini unutma eğilimindeyken Allah’a yakınlaşmanın da hep ışığa doğru koşmak olduğunu hatta ışık haline gelmek olduğunu zannedebiliriz. Nurun aslında zulmetle, cemalin celal ile el ele gittiğini anlamak istemeyiz. Karanlığımızın sorumluluğunu almak yani eksik ve kusurlu taraflarımızla yüzleşmek, nefs-i emmarenin getirdiği hallerimize bakmak Nur’a doğru koşmaktan, koştukça ışıkla uyuşmak ve körleşmekten daha zordur.

Şefkat, acı ile bağlantı kurma kapasitesidir. Acıyı ızdıraba dönüştüren şey, nefsin dirençleridir.

Kötülükler nefsimden, iyilikler Rabbimden.

Uyanmak daha çok hissetmek demek. Daha çok hissetmekse, kırılganlıkla ve alçakgönüllülükle barışma gayreti. Yani mümin olabilmektir. Bu noktada ne demiş Hz Muhammed (sav) “Dünya rahat yeri değildir.”
Bu yüzden kandil gecelerinde tövbe ederken ve sabaha kadar tespih çekerken, bu ibadetleri yaparken devşirdiğimiz halin ve niyetin durumuna göre aslında bir yandan da rızadan uzaklaşıyor olabileceğimizi görmeyiz. Kirli zannettiğimiz ruhlarımızı sabaha kadar arındırma ve kendimizi sevgiye layık kılma çabalarımızla bu kutsal anları aslında daha da dünyevi hale getiriyor olabilir miyiz? Bu çabaların beslendiği çekirdek inanç sevginin sadece ışıklı bi r şey olduğudur. Çaba karşılığı dışarıdan kazanılan ve devşirilen bir şey olduğudur. Sevginin bir ticaret metası haline getirilmesidir. Koşulsuz olan ve doğamızda içkin olan o İlahi Sevginin bu inançlarla daha da toprağın derinliklerine gömülmesidir. Perdelenmesidir. Sevgiyi bir yandan perdelerken öte yandan ikilik içinde, ayılıkta aşk şiirleri okumaktır. Aşık maşuğun peşinden koştukça, aralarına fersah fersah mesafelerin girmesidir. Aşığın aslında başından beri maşukta olduğunu idrak edebilmesi için kendini ayrılığa düşürmesi ve tekrar vuslata erme çabasıdır. İçinde olduğum ayrılığa ve karanlığa razı mıyım?

Kul, sevilmediği, sevgiye layık olmadığı için, İlahi sevgiyi dışarıdan kazanmak için, O’na bir şey sunması/rüşvet vermesi gerektiğinden ibadet etmeye teşvik edilmez bu gece. Sevme ve sevilmeye dair inançlarından, kendi kendine kurguladığı hikayelerden, sıkı sıkıya tutunduğu ve tutulduğu benliğinden ve bu benliğin yazıp çizdiği ve sahiplendiği din ve maneviyat hikayelerinden, kendi kendine tapındığı zihin ve ilham putlarından beraat etsin diyedir bu davet. Seni, her an sana özel olarak sunulan türlü ilahi lütuf ve hediyelere kör ve sağır eden, verilenlere burun kıvırmana ve bunları elinin tersiyle itmene sebebiyet veren şeyler her ne ise, işte onlardır tövbe etmeni gerektirenler. Alıcı olamamandır, müteesirlikle, tesir altında kalmakla barışamamandır. Ve işte tam da bu şeyler, nefsi emmarenin ve hatta levvame ve mülhimenin (yani gönlüne akan ilhamlara da fazla bel bağlama kardeşim!) tavırları, enaniyeti ve gölgeleri, işe başlaman gereken yer. Ne tuhaftır ki kişiler ya kendilerini tamamen işe yaramaz ve kıymetsiz görüp, sevgiyi kendilerinden dışarıda bir yerde arayarak ikilikte dönüp duruyor ya da kendilerinin sırf sevgi ve İlahi öz olduğu noktasına fazlaca sarılarak (bir insanın ego tarafı olduğunu es geçerek) nefsani hallerini, eksikliklerini, kusurlarını ve bunlardan zuhura gelen günahları ve şerleri en başından meşrulaştırıp nedamet ve pişmanlıktan tat alamaz, bu yüzden de tövbe edemez hale geliyorlar. Sadece bu halleri gözlemleyip, halin gelip geçmesine izin verme tavrı maalesef nefs-i emmareden yani narsisistik egodan gelen enaniyet hallerini hem normalleştiriyor hem de bu hallerin yarattığı cehennemi harlıyor olabilir mi?

Pişmanlık ile suçluluk duygusu arasında ince bir çizgi var. Muhtemelen narsistik egonun ya da razı olamamış nefs boyutlarının maharetle kullandığı sabote yöntemlerinden biri de, kişiyi tam pişman olacak iken suçluluk duygusu ile kilitlemesi, ağırlaştırması ve onu nefes alamaz, elini kolunu kaldıramaz bir duruma sürüklemesi. Hal böyle olunca, kim günahları ile karşılaşmak ve söyleşmek ister ki?

Pişmanlık denilen o yürekteki ince sızı, kişiyi suçluluk hissine gark etmez. Tam tersi, zaten beşer boyutundan dolayı düşmeye ve hata işlemeye meyilli olduğunu yani düşmez kalkmaz bir Allah’ın olduğunu en başından kabul eden müslüman için hata işlemek kaçınılmaz bir durumdur. Bu yüzden Allah’ın hükmüne tabi olur ve kendi kendine bir kişisel gelişim planı yazıp keyfine göre maneviyat devşirmeye kalkmaz.

“Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.”(Müslim, Tevbe, 9, 10, 11).

Bir müslüman, mükemmellik ve aydınlanma iddiasının peşinde değildir. İslam tasavvufu yolu bir şey olma değil olduğunu zannettiklerini bırakma yoludur. Bu yüzden odak noktamız becerdiklerimizden ziyade (ki onu beceren fail kimdir? Bu kimin başarısıdır?) yapamadıklarımız üzerindedir. Bu hal kişiye umutsuzluk vermez. Tam tersine, nasıl bir hal üzere olduğunu serinlikle görür ve vesveselere de kulak vermez ise, düştüğü ve hata yaptığı her an yakasına mahcubiyet nişanını takar ve yüzü ve gözü alçaklarda gezinmeye başlar. Önceden gözlerini göklere diktiği ve burnunun dikine gittiği halde…Önceden bu halleri kendine yakıştıramaz iken… Kibir, onu maneviyat üzerinden de vurur iken. O halde, önce nefsinle başla çalışmaya, hakikat ve metafizik peşinde koşan talip. Taharet almadan, İbn Arabi okumaya kalkarak nefsine zulmettiğini bilsen.

Haddimizi bilmek kadar şefkatli bir tavır var mı acaba?

Burada kulluk tavrı devreye girer. Zaten hiçbir zaman İlahi olanı tüm boyutlarıyla bilemeyecek olmanın (zat mertebesi tüm bilişlerin üzerinde) getirdiği bir iddiasızlık hali ile kişiye, Bilenin de Bildirenin de Bilginin de kendisi olmadığına dair bir idrak tattırılır; o sadece tüm zuhuratların bir araya geldiği ve görünür olduğu bir sahnedir. Tabi ki, benliğini aradan çekebildiği sürece. İlahi tecellileri çoğu zaman parazit ve cızırtılı bir kanaldan sahneleriz.

“De ki: Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır.”(Zümer, 39/53)

İşte kulluk, ben ve benim tavırlarından soyunmak ve o çok değerli ilahi özü ve emaneti taşırken bir yandan da bu özü ve emaneti nasıl da perdelediğimi gözden kaçırmamaktır. Gücünün yetmediği yerlerde-ki çoğu zaman böyledir, o güç kimindir-kontrolü elden tekrar tekrar bırakmak ve “Allah’ım bu iş benim yapıp çatmamla olacak şey değil, zaten kendi usulümce yapayım derken iyice birbirine karıştırdım, sana havale ediyorum” diyip Allah’a sığınma tavrını ortaya koymaktır. Buna istiaze derler. Allah’a sığınmak-ama neredeki Allah’a? Buraları da kaçırmamak gerekir- oldukça aktif bir tavırdır ve iradeni ona teslim etmek, büyük bir irade gücünü gerektirir.

Taharet yani temizlik meselesinden dem vurmuşken, Şaban ayının bol bol oruç tutma ayı olduğu söylenir. Aslında oruç tutma vesilesiyle hem bedenen hem de ruhen içimizde taşıdığımız ve biriktirdiğimiz kompost yığınına bakmaktan kaçınmaktan ziyade, onu gözlemleyip, şu ana kadar kendimizde hep kaçtığımız, ötelediğimiz, arınmaya çalıştığımız o özelliklerin aslında bahçemizde güller yetiştirmek için dönüştürülebileceğini görsek? Yani eksik ve kusurlarımıza tövbenin bize bambaşka kapılar açabileceğinin ümidini merkeze alsak? Nefsani hallerimize burun kıvırıp, kendimizden öte bir yerlerde konumlandırmak ve acımasız bir yargıç gibi nefsin kellesini koparmaya çalışmak, kişinin o halleri kendine yakıştıramaması değil de nedir? Bu da kişiyi nefsimle mücadele edeceğim derken daha da manevi kibre sürüklemez mi? Razı ol kardeşim, şu anda hangi hal üzerinde isen kabul et. Yalnız, burada nefsin kullandığı bir çeldirici daha var ki, eksikliklerine razı olmanın, onları kabul etmek olduğunu düşündürtür. Hayır, sen o hallerden razı değilsin; beşer olduğuna, şu anda muhtaç ve zelil bir durumda olduğuna razısın. Yani kendini bir şey zanneder iken aslında o zannettiğin şeyin kıyısından köşesinden geçmediğine dair bir ayıklığa ve uyanıklığa, paniklemeden, isyan etmeden, kaçmadan, donmadan, acıyı ajitasyona bağlamadan, arkadan bir arabesk çalmadan rıza göstermekten bahsediyoruz.

Oruçlu olmanın gerçekten de derin bir gözlemleme hali olduğunu tecrübe etmeye gönüllü olsak? Aslında rıza olmadan oruç tutmanın tam olmayacağını bilsek? Oruç tutarken hassaslaşan bedenimizin ve ruhumuzun, alışkanlıklarını ve günlük rutinlerle ilişkilerini ayan beyan görüp kendimizi pataklamayı ve suçluluk duygularıyla ezilmeyi bıraksak? Seccademizi ağlama duvarına döndürmek yerine sevginin o aman vermez tarafsızlığıyla ve bütünsel bakışıyla melodramdan uzak ama gerçek bir samimiyetle özümüze kucak açmanın ferahlatan göz yaşları ile abdest alsak? Ondan önce bize açılan kucağa kendimizi bırakmayı yani kul olmayı denesek? İftarımızı bize Hakk’ın sunmakta olduğu müthiş sevgi ve şefkati yudumlayarak açsak?

Sevgiye oruçlu olmayı artık bıraksak?

Nasıl olurdu?


Rıza kelimesinde derinleştiğimize göre neden bu rızayı Şaban ayıyla ilişkilendirmek istediğimi yazabilirim.

“Receb tevbe, Şaban mehabbet, Ramazan da kurbet (Allah’a yakınlaşma) ayıdır. Ayrıca Receb hürmet, Şaban hizmet ve Ramazan da nimet ayı olarak tarif edilir.

Zünnun Mısri: “Receb ekim ayı, Şaban sulama ayı, Ramazan ise ekileni biçme ayıdır. Herkes ektiğini biçer ve yaptığının karşılığını bulur. (Gunye, I, 178)”

Tüm bu açıklamalardan anlaşıldığı üzere Recep ayında kutsal üç aylar dönemine girme isteğiyle bize hizmet etmeyenleri geride bırakmak ve yenilerini ekmek şeklinde açılan niyet kapısı var. Recep’ten sonra gelen Şaban’da ise ekilenlerin gözetilmesi ve niyet üzerine hareket etme hali var. Tohumları sulama süreci var. Niyetteki bu hareketliliği sağlayan rızadır, muhabbettir. Niyetine razı olmayanlar, niyeti tutan kaynağa razı olmayanlar, niyetiyle ortaya koyduğu ürüne razı olmayanlar, niyeti gerçekleştirme yolunda karşılaşılan musibetlere, zorluklara ve celale razı olmayanlar, sert esen rüzgarın yanaklarını okşamasına izin vermeyenler, yağan yağmurun altında ıslanıp ferahlamaya gönüllü olmayanlar, karın altında kalmaya cesareti olmayanlar o niyetin meyvelerini de devşiremezler.

Bu yüzden Şaban ayı rıza dairesinde ekim biçim ayıdır, ekim biçim mevsiminin nimetlerine de musibetlerine de göğüs germek dahası göğüsleri genişletip ferahlatmak ayıdır. Kendi iç bahçemizde bahçıvanlığa durmak ve kompost toprağında çalışmaya devam etmektir. Toprağa sadece tohumları ekmek yeterli değildir. Üç aylardan ikincisi, iki ayı ve süreci (ekim-hasat) birbirine bağlaması açısından önemlidir.

“Şaban kelimesi beş harftir: Şin, ayn, ba, elif ve nun. Şin şereften; ayn ulüvvden (yücelik), ba birrden (iyilikten), elif ülfetten, nun da nurdan gelir. Bütün bu bağışlar, bu ay içerisinde Allah tarafından kula verilir. O, hayırların açıldığı, bereketlerin indiği, hataların terk edildiği, kötülüklerin örtüldüğü, salavatların çoğaldığı bir aydır. (Gunye, I, 188) (Metinlerle Tasavvuf Terimleri sözlüğü, s.797-8).”

Şaban ayını hakikatiyle ve kolaylığı ile idrak ettirilmek nasip ola.

Bela Köyünün Fanileri

Yeni yılın ilk ayından herkese merhaba!

Hepimizin içinde bulunduğu çağın kabul ettiği bir zaman anlayışı var. Bunun yanında farklı zaman akışları da var. Zaman dediğimiz olgu, kırılıyor, bükülüyor, eğiliyor.

Ayın döngülerine göre seyreden hicri takvime göre ise yeni yılın ilk ayının içerisindeyiz. Yani Muharrem’in.

Muharrem; haram olan demek. Yani gizli ve  mahrem olmayan. Herkese yüzünün örtüsünü açmayan bir gelin gibi bu ay. Onun hakikatinin peşine, özenle, sabırla ve hasretle düşen aşığını bekler. Ona aşık olmayanın özensiz, düzensiz, istikrarsız dokunuşları, bakışı, kokusu, dokusu onu incitir yani haramdır çünkü mahremi değildir. Dişil alan tıpkı rahmin içi gibi karanlıktır, gizlidir, tesettürlüdür, Hakk’ın el-Settar isminin açıldığı mekandır. Buraya, gerçekten onun peşine düşen erler kabul edilir. Ona sadakatle ve aşk ile hizmet eden erler, bu haremin hem hizmetkarı hem de sultanı olur. Ondan başkasına dişilin alanı haramdır onun gözlerine, kulaklarına ve idrakine kapalıdır; kişi o alana dair zanları ile hareket ettiği için zararda ve ziyandadır. Haramın manası budur. Tam bir aldanış ve aldatış.

Rahim tarlasında, aşkın eliyle sıfır noktasından bir tohum ekilir ve can yeşermeye başlar o karanlıklar aleminde, ab-ı hayat ile. Muharrem ayı da böyledir. Bu aya dair rivayetlere baktığımızda aslında hepsinin ortak bir temayı paylaştığını fark etmek zor değildir:

– Hz. Âdem’in işlediği günâhtan sonra tövbesinin kabul edilmesi,

– Hz. İdris’in diri olarak göğe yükseltilmesi,

– Hz. Nuh’un gemisinin tufandan kurtulması,

– Hz. İbrahim’in ateşte yanmaması,

– Hz. Yakup’un oğlu Yusuf’a kavuşması,

– Hz. Eyyub’un hastalıklarının iyileşmesi,

– Hz. Musa’nın Kızıldeniz’den geçip İsrailoğulları’nı firavun’dan kurtarması,

– Hz. Yunus’un balığın karnından çıkması,

– Hz. İsa’nın doğumu ve ölümden kurtarılıp göğe yükseltilmesi,

– Hz. Muahmmed’in Mekke’den Medine’ye hicreti,

Yaşanan sıkıntılı bir süreçten, kriz halinden, bırakıştan, yitirişten, bitti denilen yerden yeni bir hayatın, şifanın, buluşmanın, birleşmenin baş göstermesidir yukarıda yaşananların ortak paydası. Fenadan sonra beka derler tasavvuf geleneğinde buna. Yani ölmeden önce öldükten sonra erişilen gerçek canlılık ve hayat. Zaman düzleminin sıfırlanması ve her şeyin yeniden başlaması. Yeniden, yeniden ve yeniden. Zaten böyle olduğunun farkına varılması ve bu daimi yenilenişe teslim olunması.

Bu sıfır noktasında iyinin ve kötünün; dostun ve düşmanın; bilgenin ve cahilin; günahın ve sevabın; madde ve mananın ortasında, çizgisel zamanın durduğu, unsurların tesirinden özgürleşmiş bir dem vardır. Kişi, burada geçmişin ve geleceğin hükmünden özgürleşmiştir. Anın içindeki bölünmez akışta köklerini salan bir çiçek gibidir. Kokusu da zamanlar ötesine sirayet etmektedir.

Ne zaman bu deme biraz yüzümüzü dönsek, bir nebze hatırlasak anda olmanın zevkini, parmak uçlarımızı gezdirsek üzerine kazınmış olan sırların, sıfırlanıyor bildiğimizi zannettiklerimiz. İçimizi sancıtan, kalbimizi buran sanrılarımız. Sahibinden geliyor. Sahibine dönüyor.

İkinci baharlar, verilen ikinci şanslar katman katman önümüzde açılmaya başlıyor:

Hiç ölmeyeceğini düşündüğümüz sevdiğimizin fani olduğunu idrak ettiğimiz o an; 

Vücudumuz ateşler içinde yanarken yatak döşek yattığımız akşamlar; 

Cayır cayır yanan ormanların kızıllığı yüzümüze vururken;

Seller içinde kaybolan o köyün sakinlerinin sesinde boğulurken;

Bir anda yakalandığımız deprem ayaklarımızın altındaki zemini beşik gibi sallarken

İşte o zaman sıfır noktasındayız. El değmemiş, üzerine kelam edilmemiş, o haremin içindeyiz. Perdenin aralanmaya başladığı sahnedeyiz. Dişilin mahremiyiz. Anın içinde artık, tesettürü tek bir hamlede yırtan ses ile aşkımızı ilan edebiliriz.

Alıştığımız düzenin, inandığımız hikayelerin, vazgeçilmez olarak tutunduğumuz şeylerin (putların) bir anda, acı ve şok yaratan kesintiye uğradığı o noktada, bambaşka bir gerçekliğin davetini aldığımız andayım. Vefasızlığın, sadakatsizliğin, ordan oraya savrulmanın, halden hale geçişin (daha doğrusu halden hale geçişten dolayı etkilenişin) sona erdiği yerdeyiz. Ruhumuzun verdiği sözü hatırlamışız. Bir kez daha. Bir daha unutana kadar.

Bu ay yaşadığımız “krizler”, ölümler, kapanışlar, bitişler bizi böyle bir hareme davet etmekte ve bu haremin sakinlerini anda mesken tutmak konusunda terbiye etmeye çabalamakta diye hissediyorum.

Anda mesken tutmanın adabı şüphesiz eşhedü’den yani şahitlik ibadetinden geçiyor. Şahitlik etmek ifadesini uzun zamandır duyuyoruz. Bu ibadet bana kendini farklı dinamikleriyle her geçen gün biraz daha açıyor.

Şahitliğin, kendimi (kendim zannettiğim şeyi) belli bir mesafede konumlandırarak, gözlemlediğim şeyle etkileşime girmeden, onu objektif bir yerden seyreylemek ve olanın gelip geçmesine izin vermek olduğunu düşünebilirim. 

İslami gelenek bana şahitliğe dair başka bir kapı daha aralıyor: eşhedü

Derler ki arifler, etrafındakilerin acılarına da sevinçlerine de burun kıvırmadan, dudak bükmeden, en derinden iştirak ederlermiş. Ne demiş Hz Muhammed (sav): “Diğer müminlerin dertleriyle dertlenmeyen ve onların acı çekmesinden acı hissetmeyen kişi gerçek mümin değildir.” Mesele, çevremizde (ve onunla bağlantıda olduğumuz için aslında bizde de) olan bitenlere, savrulmadan, onların tesirine girmeden, onlara “varlık” vermeden, dallarımız rüzgarla dans etse de ağacın gövdesi gibi ayaklarımız köklü bir şekilde merkezden katılmak. Bize ardı ardına çarpan tecelliyat ve hissiyat dalgalarının izafi ve gelip geçici olduklarının kalbi eminliği ile onları sırf bu gelip geçiciliğinden dolayı “değersizleştirmeden”, her bir misafiri gerçekten Tanrı misafiri gibi kıymetiyle ağırlamak, iyi bir mihmandar olmak olabilir mi şahitlik ibadeti? Tüm gelenlerin hakkını vererek, onlara bütünüyle, bütünlükle (kemalden) iştirak ederek, gözlerinin içine bakarak, ellerinden tutarak. Denizin dibine kadar içinde kalarak, yine de ve belki de bu yüzden dalgaların sürükleyemediği bir halde onlarla dansa durarak. Hem müthiş sabit hem de müthiş dinamik. Esnek dayanıklılık denilen şeyin bu şahitlik ibadeti ile ilgisi olabilir mi?

Bu tür bir şahitlik için kalbin tüm açıklığıyla, tüm kırılganlığı ile özellikle acının olduğu alanlarda mevcut olmasına şefkat ve merhamet diyorum. İslamiyet’in merkezindeki Rahman ve Rahim anlayışının şahitlik pratiğine yansıması aslında bu kırılgan alandaki şefkatten ibaret. Dağın tepesinden, “yargısız” ve “objektif” gözlerle olanı sadece seyreylemek ve “bu onun hikayesi ve sorumluluğu demek” değil, pazar yerinin tam ortasında, ateş hattının üzerinde, olanın tam da içinden “bu bizim aslında birin hikayesi” diyerek iştirak etmek olabilir mi eşhedü?

Bu tür bir şahitlik halinin en yakın arkadaşı da yas. Onca şahitlik edilen şeyleri sindirmeyi, bütünlemeyi ve hazmetmeyi sağlayan şey yas tutmak. Acıyı bal etmenin yolu.

Muharrem ayının alametlerinden biri de yastır.

Hz Muhammed’in (selam olsun) ehl-i beytim yani evimin ehli dediği, gerçek İslam’ın hakikatinin taşıyıcıları olan beş kişiden (Hz Muhammed, Hz Fatıma, Hz Ali, Hz Hasan ve Hz Hüseyin) sonuncusu, torunu Hz Hüseyin’in, İslam halifeliğini ve dünya saltanatını elinde tutmak hırsı ile kendilerini müslüman olarak tanımlayan Yezid ve taraftarları tarafından Kerbela’da, yanındaki akrabaları ile öldürülmesinin yası tutulur. Yani bu grup, inandığını iddia ettikleri peygamberin torununa türlü işkencelerle zulmetmişlerdir. Pekala, günümüzdeki yaygın İslam anlayışı, Kerbela’daki hangi cephenin mirasıdır? Buraları çok iyi düşünmek lazımdır.

Şehitlik ve şahitlik arasındaki bağlantıyı da.

Bu hadiseyi tüm detayları ile yazan ve bu şekilde bir ağıt metni ortaya koymuş olan Fuzuli’nin Hadikatü’s Süeda’sı, geçmişte çeşitli dergahlarda Muharrem’in ilk 10 günü boyunca okunur ve hem İslamiyet için önemli bir dönüm noktası olan bu olay tefekkür edilir hem de yaşananlar anılarak yası tutulur, gönüller olabildiğince açık ve kırılgan vaziyette bu acıya şahitlik edermiş; aslında geçmişte yaşanmamış, hala gözümüzün önünde cereyan eden Kerbela olay(lar)ına.

Biz de Aslına yolculuk grubumuz ile ilk 10 gün bu eseri okuduk ve gönlümüzde birçok farkındalığın yükseldiğine şahitlik ettik. Hem orjinal İslamiyet’in hakikati ve dejenerasyonu hem de yas tutmak meselesine dair. Hepsini yazmak burada mümkün olmasa da en azından önemli konuları sizinle paylaşmak istiyorum.

Fuzuli öncelikle bu eserde bela, cefa, eza, mihnet, felaket gibi kelimeleri sıkça kullanıyor. İlk bakışta insanı epey rahatsız edebilecek ve iç karartabilecek bir okuma gibi gelse de neden böyle bir tepki geliştirdiğimize bakmak çok faydalı oldu. Ve şunu fark ettik: olumsuz gibi tınlayan bu kavramların yanına Fuzuli, olumlusunu da koyuyordu yani metnin bir diyalektiği vardı. Cemal ve Celal sıfatlarının, doğum ve ölümün birlikte işlediğinden çokça dem vurduğumuzdan, bu diyalektiği, zehir ve panzehirin yan yana nasıl da edebi bir şekilde verildiğini görmek hayranlık uyandırıcı idi. Burada hangi tarafın zehir hangisinin panzehir olduğunu size bırakıyorum. Bu kavramların anın içinde, pozisyonlarını değiştirecek kadar esnek olduklarını da hatırlatmak istiyorum. Onlara elektrik devresinin pozitif ve negatif uçları gibi bakmak işi kolaylaştırıyor (olumlu ve olumsuz yargılarını giydirmeden)

Bu vesileyle acı (aslında vardığı yer ölüm) ile ilgili olan ilişkimize bakmaya davet ediyor Fuzuli bizi, Kerbela olayı üzerinden. Kerbela’nın kelime anlamının bela köyü olduğunu söylüyor. Burada Hz Muhammed’in (selam olsun) bir sözü akla geliyor: 

“Dünya rahat yeri değildir.”

Buradan şu anlaşılmamalı bence: Dünyaya sırtımızı dönelim ve maddi düzlemden zevk almayalım. Münzevi bir hayat yaşayalım. Manayı maddenin üzerine koyalım. İslamiyet, münzevi ve ruhani bir düzlemde sıkışıp kalmayı, sırf ruhbanlığı eleştirir ve daima madde ile mananın dengeli bir şekilde bir araya getirilmesini (sıratel müstakim) tavsiye eder. Halkın içinde Hak ile olmak, sosyal adaleti sağlamak açısından da önemlidir. “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış.” der bu yüzden Hz Muhammed. 

Dünya neden rahat yeri değildir o halde? 

Çünkü dünya ebedi değildir, sürekli bozulup yapıldığı ve yıkıldığı için, daimi değişime maruz kaldığı için gelip geçicidir. Gelip geçici varlıklara bel bağlamak kişiyi rahatından eder çünkü değişim, kişiye rahatlık vad eden bir durum değildir. Bu değişime ayak uydurmak, daima güncellenmek ve dönüşmek durumundadır insanoğlu. Uyanık olmak, sürekli derinden dinlemek ve dinamizm içinde olmaktır. Hadiste dem vurulan rahatlık, gafletin ve uykunun verdiği rahatlık. “Tamam, artık, oldum ben.” ya da “tamam artık düzenimi kurdum ben” inançlarının getirdiği, kişiyi tekamül yolculuğundan alıkoyan bir rehavet hali.

Dünya bir tekamül sahnesidir. Dünya, Hakikat’in (Hakk’ın Zatının) isimleri ve sıfatları ile  sergilendiği bir perdedir. Bu perdeye yansıyanların özüne hakim olamayanlar, yansımalarda kaldıkça, nakışlarda nakkaşı bulamadıkça, gönülleri feraha eremediğinden daimi olarak hakikate giden türlü yolları denemek ve bu uğraşta enerji ve zaman sarf etmek durumunda kalır. Belirsizlik, kişiyi rahat ettiren bir hal değildir. Gözü daima Nakkaş’ın üzerine olanlar, belirsizliğin içinde olsalar da ayakları hakikatte sabit olduğundan, kendilerini savuracak türlü arayışlardan beri olurlar ve tuttukları yolda, o her ne ise, derinleşmeye çalışırlar. 

Dünya, kişiye vad ettiği konfor alanları ile aslında onu daima rahatsızlık içinde tutar çünkü bir türlü tatmin olamayan, yedikçe acıkan, sahip oldukça yoksunlaşan gönüller, konfor alanı zannettiği alışkanlıkların ve seçimlerin ağında çırpınıp durur. 

İslami bağlamda rahatlık, selamettedir. (s-l-m; İslam). Selamet, içte ve dışta hissettiğimiz barış, huzur ve eminlik hissi. Kalbü’l-emin. Emin olan kalpler rahattadır. Onun dışında kişiyi dünya sahnesinde kaygılandıracak, şüpheye, vesveseye, korkuya düşürecek hatta onu mutlu ettiğini düşünmesine rağmen rahatını kaçıracak çok hadiseler, sebepler vardır. Bunların başında kendi benliği gelmektedir. Neyin doğru, neyin yanlış olduğunu herkesten çok daha iyi bilen, türlü hesaplarla varlığına varlık katmaya çalışan benliği. İslami gelenekte, selamet kişinin ben-ötesi bir varlığa ve hakikate KUL olmasıyla açılan bir haldir. Fakat faniliği ve gelip geçiciliği ile barışamayan kişi, kendinden aşkın bir güce kul olmaktan ölesiye korkar. Bu teslimiyet, onun için ölümdür çünkü. Ölmemek için, sağlam bir benliğin kalelerini yükseltmeye devam etmesi lazımdır ve öyle de yapar.

Rahatsızlığın içinde rahatı bulmaya çalışan kişi, kendi faniliği ile de barışmaya çabalar. Özellikle içinde bulunduğumuz çağda kişinin odağını fazlasıyla iyi yaşama, mutlu olmaya, bilinçlenmeye, aydınlanmaya veriyor olması; tüm bunların diyalektik olarak karşılığında bulunan zıt uçlar olan iyi ölme, acıyla buluşabilme ve kulluk bilincine varma meselelerine yeterince bakmasına olanak tanımıyor. Kişi, yaşamak için ölüyor; ölmek için yaşamıyor. Bu yüzden fani olan doğasıyla, gelip geçici olan yanıyla, beşeri tarafının ölümlü oluşu ile yüzleşmekten kaçıyor. Kaçışını da ölümsüzlüğe kavuşmaya çalışarak, sonsuz bilinç sahibi olduğuna, O olduğuna kendini inanrak yani ilahlığını ve ilaheliğini ilan ederek yapmaya çalışıyor. Aman dikkat.

Hazret-i Ömer  kendisine, ücretli bir adam tutmuştu. Adam her gün üç kez geliyor ve Hazret-i Ömer’e “Yâ Ömer ölüm var!” diyerek ona ölümü hatırlatıyordu. O kişi bir gün yine geldi. Hazret-i Ömer ona artık gelmesine gerek kalmadığını söyledi. Adam nedenini sorunca Hazret-i Ömer, “Sana gerek kalmadı çünkü sakalıma ak düşdü” dedi.

Burada yasın işlevinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Yas tutmak, acıya, kayba (gerçekten kaybolan bir şey var mı?) ya da eksikliğini hissetiğimiz şeylere güzellemede bulunmak. Bu güzellemelere ağıt diyoruz. Hikayelerle, şiirlerle, destanlarla, şarkılarla yası tutulan şeylere övgülerde bulunmak ve mihneti kutsamak. Acıyı bal etmek yas tutmak. Anadolu geleneğinde, övgü metinlerine methiye; ağıt metinlerine de mersiye adı veriliyor. Hakk’ın yarattıklarına hem içkin olduğunu hem de aşkın olduğunu; bizim hem O’ndan ayrı olmadığımızı (teşbih mertebesi) hem de O olmadığımızı (tenzih mertebesi) daha önce de yazmıştım. Bu minvalde; bizdeki ölümsüz taraf olan ruhun ebediliğini kutlamak; dünya düzleminde Hakk’ın tecellilerini, maddede onun suretlerini görüp övmek, methiyeler ile mümkün oluyor. Burada, dünyalığa tapmadan, dünyadaki O’nu görerek dünyanın zevkini almaktan söz edebiliyoruz. Bir de ölümlü olan fani tarafımız olan beşerin, unsurlara karışmışlığının ve bu sebeple gafletinin getirdiği acıların dile geldiği mecralar mersiyeler oluyor; kaybetmesinin kaçınılmaz olduğu şeylerin arkasından yazdığı övgüler. Ölümlü olanı sevmekten vazgeçemeden, ölümlü olanı sevme kapasitesi onu gerçek insan yaptığı için. Ölümü seven de ölümsüz olduğu için.

Ebedi olanı da fani olanı da övmek, insanın buradaki kutlaması. Ne yazık ki, edebiyatla, güzel sanatlarla olan bağlantımızı yitirdiğimiz için bu tür kutlamaları yapamaz hale gelmişiz. İnşallah, hep birlikte, talep edenlerle, hafızalarda uykuya dalan bu güzel pratikleri uyandırmak nasip olsun.

Francis Weller, The Wild Edge of Sorrow isimli kitabında yasın beş kapısından bahseder:

Yasın Beş Kapısı (Başlıklar kitaptan alınmıştır, açıklamalar yazarın güzellemeleri)

1)  Sevdiğimiz her şeyi kaybedeceğiz

Belki de yüzleşmekten en çok korktuğumuz şey: gönlümüzü verdiğim her ne var ise elimizden gidecek olması ve belki de bu yüzden İslam geleneğinde gönlünü yalnızca Hakk’a  yani ebedi olana vermenin akl-ı selime uygun bir tavır olduğundan dem vuruluyor. 

Her nefs ölümü tadar. (Ali İmran,185)

Hiç şüphesiz ki Biz Allah için varız ve Allah’a dönücüyüz. (Bakara, 156)

Her nerede bulunursanız ölüm size erişir. (Nisa,78)

Her şey yok olmaya mahkumdur. (Kasas, 88)

Her ‘Ben’ diyen yok olucudur. (Rahman, 26)

Aslında yaradılışın amacı fani olanın ölmesi ve ölümden yeniden doğması. Bu yüzden sufiler doğal ölüm gelmeden önce, iradi ölümü yaşamaya gayret ederler ve buna ölmeden önce ölmek, fenafillah derler. Yani Allah’ta fena bulmak. Allah’ta fena bulanların bekaya yani gerçek canlılığa ve hayata ulaşacaklarına inanırlar. 

Bunun yanı sıra, fani tarafımızla barışmak ve ölümü daima aklımızda tutmak, birbirimizin varlığına daha çok şükretmemize, birbirimizi daha çok onurlandırmamıza ve birlikte vaktimizi hakikatiyle geçirmemize kapı açıyor. 

Kaybedeceğimi bile bile birini deli gibi sevmek ise, gönlümü epey kırılgan bir yerden teslimiyete davet ediyor. Allah yolunda sevdiklerinizden vermedikçe iyiliğe (Birr) ulaşamazsınız (Ali İmran 92) ayeti bana bu gerçeği hatırlatıyor. Yani benim dediğim her ne var ise, onları bir bir Gerçeğine, Geldiği yere teslim etmek hele ki bunu fani bedende iken  yapabilmek yasın ilk kapısı. La mevcude İllallah. Allah’tan başka mevcut olan yoktur. 

Kerbela olayı üzerinden bakar isek, Hz Muhammed’e (sav), torunları henüz çocuk iken birinin zehirlenerek birinin de başı kesilerek öldürüleceği söylenmişti. Hz Hüseyin’in doğumunda Cebrail’in ona getirdiği iki şey vardı; bir doğum tebriği bir de baş sağlığı. Burada, sevinç ve kederin, ölüm ve doğumun, şeriat ve hakikatin, zahirin ve batının, dünya ve ahiretin nasıl da yan yana konumlandığını görüyoruz. 

Ve bir güzel peygamberin, onca zulümleri yaşayacaklarını bildiği torunlarını gözyaşları ile sevmeye devam ettiğini ve onların da ölümlerinin tam bir farkındalığı ile yaşamakla ödüllendirildiğini.

Bu yüzden Hz Hüseyin, koskocaman bir ordunun karşısında tek başına susuz kaldığında, gözünü kırpmadan savaşmaya devam etmiş.

2)  Sevgiyi tanımamış parçalarımız

Ruhumuzun ihmal edilmiş odalarına, özümüze giden yolların önüne çekilmiş setlere bakmadan, buraları tanıyıp idrak etmeden, kaybettiklerimizin yasını tutmak imkansız. Sufilere göre bir sürgünde yaşıyoruz; gerçek vatanımızdan ayrı düşmüşüz. Ve oraya geri dönmek, aslımıza kavuşmak için ruhumuzun yaktığı ağıtlara kulak verir isek yuvaya giden yolu görebiliyoruz.

Kişi içinde taşıdığı ilahi özü unuttuğunda, kıymetsizlik ve değersizlik hisler ile derin bir yasın içine düşüyor. Kendini hiçbir yere ait hissedemiyor, bağ kuramıyor, sevemiyor, içindeki potansiyeli eyleme dökemiyor. 

İnsan denen varlık, kıymeti sonsuz olan bir varlık.

Ne kadar yaralansak da, kendimize küssek de, utanç duyguları içinde kıvransak da, kıymetimiz daim orada.

Ve bence bu yaralar iyi ki varlar. Yaraları illa ki iyileştireceğim ve sağaltacağım diye binbir çalışma yapma eğiliminin aşırıya kaçtığını görüyorum. Bunun yanı sıra şöyle bir şeyi de fark ediyorum:

Sürgüne uğramış parçalarımız bizi tevazuya getiriyor. Hz Muhammed’in “Fakirlik övüncümdür.” dediği noktaya. Buradaki fakirlik, hiçbir şeyi kendi mülkiyetinde görmemek ve her şeyi Gerçek sahibine vermek. Böyle bir halde insanda açılan müthiş bir tevazu ve alçak gönüllük. Kişi, sendelikçe, düştükçe, hata yaptıkça, başına türlü belalar ve felaketler geldikçe kibrine, her şeyin kontrolünde olduğunu zanneden benliğine “Uyan” ihtarları veriliyor. Bu yüzden iyileşmiş bir benlik algısı seni kibre sürükleyecekse, yaralı bir benliğin tevazusunun şifasına da kucak açmayı denemek nasıl olurdu? Fakirlik övüncümdür yani fakirlik övdüğüm şeydir, tuttuğum ağıttır. Yaralarımın ağıdı beni uyanık tutmaktadır. Eksik ve kusurlu olduğumun itirafı. Pişmanlık duyup edebildiğim o tövbeler.

Kerbela olayında, Yezid’in ve ordusunun üzerinden, insanın içindeki sevgiyi tanımayan parçaların nasıl da kine, kıskançlığa, hasede ve şiddete dönüşebileceğini görüyoruz. İç dünyalarında büyüyen aşağılık ve eksiklik duygularını, dünya ve din saltanatı ile telafi etme çabaları onları böylesine akıl almaz bir katliamın öncüleri haline getiriyor. Bu yüzden Kerbela’nın yasını tutanların, kendi içlerindeki Yezid temayüllerinin de yasını tutması ve üzerinde düşünmesi gerekiyor.

3)  Dünyanın hüzünleri

Dünya bizden ayrı değil biz de ondan. Hz Ali’nin “İnsan kendini küçük bir varlık zanneder halbuki onda kainatlar dürülü.” demesi boşa değil. İnsan denen varlık, tüm varlıkların ve unsurların içinde toplandığı bir mekan, cem meydanı. Bu yüzden dışarıda meydana geliyor gibi gördüğümüz krizler ve acılar, insanın tam da içinde gerçekleşiyor. Burada sosyal sorumluluk ve adalet meseleleri işin içine giriyor. “Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, sorumluluğundan korktular. Onu insan yüklendi. Şüphesiz ki o insan çok zalimdir ve cahildir.” (Ahzap Suresi, 72) ayeti, insanın yüklendiği emanet (hem kainatı kapsayarak hem de dünyevi düzlemde, vicdan ve akıl melekeleri ile çevresindekilerden sorumlu olarak) üzerinden ona “emin olunan, adaletli” bir hal üzere olmasını söylüyor fakat insan, beşer yönü ağır bastığından ve genellikle gaflet halinde olduğundan bu sorumluluğu hakkıyla yerine getiremiyor ve zalim oluyor. Hem içimdeki kainatla birlikte kendine zulmediyor hem de dağlara, taşlara, uçan kuşa. Zulüm bu cehaletten geliyor. Kutsal emanetin sorumluluğunu taşıyan insanlar böyle koşullar altında, dünyanın hüznünü de en derinden hissediyor ve bu hüzün tarafından  felç olmadan, donmadan, uyuşmadan ve kaçmadan tüm varlıkları onurlandırmaya ve üzerine düşeni yapmaya gayret ediyor. 

Hz Hüseyin de, etrafında gelişen hadiselerin sonucunu bilmesine rağmen, ehli beytin manevi sorumluluğundan dolayı ve şeriat/zahiri düzlemde adaleti savunması gerektiği için gözünü kırpmadan Kerbela’ya gidiyor ve cehalet ve zulüm karşısında, emaneti savunuyor. Sonunda onlar katledilmiş görünse de, gerçek İslam onların emanetini alan ailesi üzerinden devam ediyor. Aslında Kerbela olayı, gerçek dinin sahtesinden ayrıldığı bir sahne oluyor. Günümüze kadar bu emanet geliyor, taliplileri kimler?

Fuzuli’nin eserinde dikkat çeken bir nokta daha var; sık sık, göklerin, zamanın, rüzgarın, çölün kendisinin de olup bitenlere şahitlik edip yas tuttuklarını söylemesi. İlk bakışta, doğa unsurları ile şiirlerini süslediği zannedilse de bence burada aslolan türler arası bir yas tutma pratiğini bize sunuyor olması. 

4) Umduğumuz ama bulamadığımız şeyler

Tasavvufa göre insanın aradığı vuslattır. Yani özüyle tekrar bağ kurmaktır. Bu bağ, dünya düzleminde, etrafımızdaki canlarla gönülden gönüle bağ kurmakla hatırlanır. Cem olarak. Kişinin içinde saklı böylesine temel bir ihtiyaçtır bağ kurmak. Kavuşmak. Birleşmek. Bir olmak. Yaşadığımız şartlar altında bu hisleri tadacağımız ortamlar çoğunlukta olmasa da şükür ki bunun için gayret gösteren dostların varlığını bilmek çok güzel. Yine de umup da bulamadığımız bu tür bağlantıların hasretini ve özlemini çekmek, onlara çağrıda bulunmak değil de nedir? Sen hasret şarkını söylemeye devam et, o ağıdın kokusunu alır da gelir, bu kutlamanın bir parçası olmaya. Kırık kalpler, merhameti cezbeder.

Fuzuli, Hadikatü’s Süeda eserinde daima dünyada olmanın zahmetinden ve Allah’a kavuşmanın lezzetinden bahsediyor. Hz Hüseyin de aynı şekilde, dünyada şahitlik ettiklerinin verdiği acının ağıdını yakıyor ve daima, sonunda erişeceği vuslatı gözlüyor. Vuslata kavuşmak için duyduğu hasret, yine de onu, sorumlu olduğu adaleti tahsis etme davasından vazgeçirmiyor. 

5)  Atalar Yası

Destanların, şarkıların, şiirlerin, şiirsel tahayyülün ritüellerin yerini ne aldı? Cevabı hepimize malum. Varlık birbirinin devamı ise, evrende hiçbir şey kaybolmuyor ve sadece dönüşüyor ise o halde atalarımın yasları da benim varlığım üzerinden ses vermeye devam ediyor. Onları duymak, bulunduğum mertebeyle yankılananlara ses vermeye devam etmek, kapanmak isteyenleri de onurlandırarak sonlandırmak, atalar yasına dahildir. Bir de sadece kan bağı ile bağlı olduğumuz atalar değil manevi olarak da himayesini ve rehberliğini kabul ettiğimiz atalarımızın yasını tutmak, onların varlığını bizde canlı tutmanın en güçlü yollarından biri. Onların hikayelerini paylaşmak, bize bıraktıkları mirasları okumaya, dinlemeye devam ederek onları tekamül ettirmek, ataların yasını tutmaktır. Fuzuli’nin Kerbela olayını anlatan böyle bir eseri kaleme alması, aslında manevi ataları olan ehl-i beyti gönlünde canlı tutmak ve onlara olan bağlılığını taze tutmak için olabilir mi? Yoksa yas tutmak, geçmişte olan bir şeyi kabullenemeyişin, tutulan kinin ve intikam hislerinin bir dışavurumu olmanın çok ötesinde, gerçekten güzelleyen, kutsayan ve öven bir pratik.

“Ve Hz Muhammed dedi:

Yas tutanların gözyaşları rahmet yağmuru, rahmet nişanesidir.” (Hadikatü’s Süeda, s. 120)

Hıdırellez İlhamları

Elimde bir parça kırmızı kumaş, mahallede dolanıyorum. Karınca yuvalarını arıyorum. Yediye tamamlarsam olacak bu iş. Her birinden aldığım bir tutam toprağı elimdeki kumaşın içine koyup küçük bir madeni parayla birlikte sarıyorum. Akşam oluyor. Havada taze çimen kokusu, akan nehrin kulağımda coşkusu. Komşular, çoluk çocuk, yaşlı genç toplanıyor. Sohbet ederek on dakikalık yürüme mesafesinde, ilçenin göbeğinden akan Küçük Menderes nehrine gidiyoruz. Nehrin içinde bir taştan diğerine atlıyorum ve dibinde bana göz kırpan küçük taşları topluyorum. Kenarındaki kumlukta kendime bir yer buluyorum ve başlıyorum düşünmeye: “Acaba ne istesem Hıdırellez’den bu sene?” Bazen bir bisiklet, bazen araba, bazen de ev yapıyorum bu küçük taşlarla. Etrafımdaki büyüklerin hayallerinden izler var kumsalımda yoksa bir çocuk ne yapsın evi, arabayı. Paçalarım ıslak, burnumda kurbağa kokusu, eve dönüyoruz. Mahallede bulduğumuz gül ağacının dalına kırmızı ipek kesemi hevesle bağlıyorum, ertesi gün hava ağarırken almak için. Genellikle uyanamadığımdan annem alıyor içi gece boyu bereketle dolup taşan, hafif ıslak keseyi. Ve cüzdanındaki o gizli ve küçük bölmeye yerleştiriyor. Bir sonraki Hıdırellez’e kadar orada kalıyor, 7 karınca yuvasından toplanan toprak ve küçük madeni para. Görünmez alemlerden bereketi esmeye başlıyor, gördüğümüz için bildiğimizi zannettiğimiz duyuların alemine. Hayalle gerçek birbirine karışıyor Hıdırellez’de.

Çocukken bu tür ritüelleri neden yaptığımızı kimseye sormadım, sormak aklımın ucundan bile geçmedi doğrusu. Hızır ile İlyas gül ağacının altında buluşmaya geleceklerdi ya, bu bekleyişin büyüsü bana yetiyordu, gönlümü tatmin ediyordu. Hem karıncaların yuvalarına misafirliğe gitmiş, hem de nehrin sularına dokunmuş oluyordum. Ateş kırmızısı kokusu, karıncaların öğüttüğü toprak taneleri ve suyun renksizliğinden gelen güç üzerinden doğamla bağ kuruyordum. İddiasız, zorlamasız, plansız, programsız. Öyle kendiliğinden bir bağ idi ki bu, göze görünmüyordu ilk bakışta. Hatta gözden kaçıyordu. Yok zannediliyordu. Sen fark etmiyordun duyularınla ama içinde bir yere köklerini salıyordu hükümdarlığı usulca fakat derinden.

Yıllar geçiyor, büyük şehirlerde nehirlere, karınca yuvalarına ve gül ağaçlarına hasret kalıyorum. Balkonun soğuk ve mavi fayansları üzerine pirinçle ve mercimekle çizmeye devam ediyorum hayallerimi, niyetlerimi. İçimdeki o sihirli hükümdarlığın köklerini sulayarak diri tutmaya çalışıyorum. Soyutlaşan niyetleri çizmek zaman geçtikçe zorlaşsa da Hıdırellez heyecanım her baharda canlanan doğayla birlikte tazeleniyor. Kurduğum bağ zamanla artık gözümden kaçmaz oluyor. Fark etmeye başlıyorum bu bağın nasıl işlediğini. Simyası görünür olmak istiyor gözüme. Kulaklarım tılsımlı sözlerini duymaya başlıyor. Mitolojisi seriliyor önüme tüm ihtişamıyla.

Çocuk saflığının getirdiği o heyecan duygusu şimdi yerini meselelerin derinlikli manalarına karşı duyduğum keşif heyecanına bırakıyor Tesiri altına girdiğim bu sembolik alanın büyüsünü çözmeyi deniyorum. İnsan mana alanının tesirine kendini net bir niyetle ve gönüllülükle bırakırsa o zaman âdetin alanında pasif kalmıyor, uyanık bir alıcı haline geliyor bence. Karınca yuvasıyla, gülün yaprağıyla, nehir yatağındaki taşlarla konuşmaya başlıyor. Herkesle başka yerden, başka kelimelerle söyleşiyorlar. Ne büyük bir alçak gönüllülük bu! Üşenmeden, yerinmeden, insanına göre her an farklı bir dil buluyorlar. Nasıl bir hizmet bu! Bana da kulağımın açıklığı, ruhumun alıcılığı ölçüsünde bir şeyler söyleyecekler, eminim. Ve eminliğim bilinmezdeki gönüllülüğümden geliyor, bildiklerimden değil.

Bugün Hıdırellez’de Hızır ve İlyas ile sohbete oturmaya niyetliyim. Zaten misafirliğe geleceklerinin sinyallerini çok sevdiğim Bahar ablamın gördüğü rüyayla vermeye başladılar günler önce. Neden doğrudan benim rüyama girmedi Yeşil Adam? Burada bile salih dostun kıymetini hatırlattılar. Yazının devamında Musa hikayesinde göreceğiz salih dost motifini.

Hıdırellez’i beklerken, içimde ve dışımda demlenmiş olanları sizinle paylaşmak istiyorum. Evlerdeyiz, Ramazan’ı halvet hâlinde geçiriyoruz belki. Bu yazıyı okuyanlarla komşu olalım istedim. Hıdırellez’de nehre doğru beraber yürüyelim istedim. Belki birlikte hayal kurarız, niyet tutarız bu buluştuğumuz nehrin kıyısında. Ayaklarımız ıslak, avuçlarımızda gül kokusu. Yürürken karıncaları incitmemeyi deneriz belki de. Ayakkabılarımızda ziller, bizi ânda tutar insan eder, karıncaları da beşerin adımlarına karşı uyanık kılar.

Güller güzeli Hz Muhammed: “Ona el Hadır denilmiştir çünkü otları bozarmış kupkuru bir yere oturduğunda orası derhal yemyeşil oluyor ve otlar dalgalanıyor.” demiş. Hızır’ın gelişi baharın gelişini temsil ediyor. Ben doğanın ayrılmaz bir parçası isem ve hatta bir avuç toprak ve sudan oluştuysam (fiziksel olarak da yediğimden, içtiğimden ve soluduğum havadan müteşekkilsem), Hızır benim beden ve ruh toprağıma nasıl ayak basıyor? Bozarmış ve kurumuş otlarımın üzerinde onu misafir ediyor muyum? Ruhumu yeşerten bana baharı getiren Hızır, neredesin? Ve sadece dışımda değil, içimde, benden bir parça mısın?

İçimdeki otlar dalgalansın, dalgalandıkça yeşersin, canlansın diye döngüden döngüye kendini hatırlatıyorsun Hızır. Doğanın döngülerine uyumlanan insanlar ve toplumlar, kendi özleriyle de bağlantıda oluyorlar. Kış mevsiminde yavaşlıyorlar, içe dönüyorlar, baharda doğayla birlikte uyanıp iç alemlerinde demlenenleri eyleme geçiriyorlar. Göklerin hareketiyle de uyumlandığı için kozmik düzlemde de birlik hâlini, birbirimizi nasıl da etkilediğimizi birinci elden tecrübe ediyorlar. 5 Mayıs’ı 6 Mayıs’a bağlayan gece kutlanıyor Hıdırellez. Niye? Bu tarihte güneş Ülker burcuna giriyor. Ülker burcu bu tarihten 7-8 Kasım’a kadar güneşin batışından sonra görülmüyor. Bu tarihten sonraysa Hıdrellez’e kadar güneş battıktan kısa bir süre sonra görülüyor. Böylece yıl astronomik ve doğaya uygun bir şekilde yaz ve kış olarak iki ana mevsime bölünüyor. 8 Kasım gerçek anlamda bütün özellikleriyle kışın başlangıcı olduğu gibi 6 Mayıs’a rastlayan Hıdırellez de gerçek anlamda yazın başlangıç tarihi oluyor. Anadolu ve civarındaki mevsim değişikliği bu şekilde gözlemleniyor.

Hıdırellez’de Hızır’ın İlyas ile buluşacağı, hatta insanlık yararına birlikte çalıştıkları söylenir. Ve bana öyle geliyor ki Hızır ile İlyas birbiri içine geçmiş ve erimiş, Hıdır-ellez olmuş. Görüldüğü gibi burada da ikilikten birliğe geçiş hâli var. Bu birliktelik ve birlik hâlini arzulayan bir peygamber bile var: Hz Musa. Ona İsrailoğullarındaki en âlim kişinin kim olduğunu sorduklarında kendini işaret etmesi üzerine Tanrı ona Hızır’ın varlığından haberdar ediyor ve Hz Musa da onu bulabilmek için iki denizin buluştuğu o yere doğru sefere çıkıyor. Bu iki denizin birleştiği yere, bu kez paçalarımı sıvamadan, üzerimde ne varsa onlarla girmeye çalışıyorum. Bu iki denizin birleştiği kumsala uzanıyorum. Hz Musa, salih dosta doğru yürürken ben de salih komşularımı çağırıyorum.

Yolculuğa çıkmadan yanına da bir yoldaş alıyor Hz Musa. Yardımcısı, gölgesi ya da yan kimlikleri belki. Bir süre sonra acıkıyor Hz Musa. Yaşam enerjisinin azaldığını fark edince kendisini besleyen şeyi hatırlıyor. Tıpkı şehirde yaşarken, özellikle pandemi günlerinde, aslında beni besleyen doğayı hatırlayışım ve özleyişim gibi. Yanlarına aldıkları balığı çıkarmasını istiyor yardımcısından. O zaman hatırlıyor yardımcı, balığın bir kayanın üzerinden atlayıp denizde ölümsüzlüğe kavuştuğunu. Nasıl da söylemeyi unutmuş! Söyleseydi balığın peşinden giden Hz Musa, salih dosta doğru yürümeye devam eder miydi? Jung bu Kehf suresinin yorumunu yaparken diyor ki: Ölümsüz varlık, göze çarpmayan, unutulan hatta tümüyle olasılık dışı bir şeyden doğar.

Balığın kaybolduğu yere geri döndüklerinde, Hz Musa sahilde yeşil bir yaygı üzerinde Hızır’ı buluyor. Balık kayboluyor. Hızır geliyor. Hz Musa’yı besleyen şeyin formu değiştiriyor; hayvandan insan formuna. Artık onun besini, Allah katından rahmet ve ilim verilen bir kul olan Hızır (Kehf suresi 65. ayet).

Ve yolculuk tam da bitti denilen yerde başlıyor böylece. Balık döndü yuvasına, ölümsüzlüğe kavuştu. Elimde kırmızı bir kumaş, yolculuğun başladığı o yerde duruyorum. Benim aradığım yuvalar nerede?

Mûsâ ona, “Senin öğrendiğin doğruya ulaştıran bilgiden bana da öğretmen için sana tâbi olayım mı?” diye soruyor (Kehf, 66) O salih kul (Hızır) da “Doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin, (iç yüzünü) kavrayamadığın bir şeye nasıl sabredersin?” diyor (Kehf, 67-68) Mûsâ, “İnşallah sen beni sabreder bulacaksın. Senin sözünden dışarı çıkmam” diyor. (Kehf, 69)   Diyor demesine ama Musa’nın durduğu yer ile Hızır’ın durduğu yer doğaları itibari ile bir olsalar da pratikte bambaşka. Görüyorum, karınca yuvalarında toprak yok, hepsi sular altında kalmış. Bereket kesemi  yavaşça suyun akıntısına bırakıyorum.

Hz Musa, Kelimullah. Yani Allah O’na kelimelerini hediye etmiş. Tur dağında ona en temel ihtiyacı üzerinden, “Ben kulumun zannı üzerineyim, beni nası tanırsa öyle muamele ederim.” kudsi hadisine göre bir ateş şeklinde görünüp onunla söyleşmiş. Topluluğunu bir arada tutacak yasalar getirmiş, tabletlerde altın yaldızlarla kazılı. Duyular dünyasında düzeni sağlamış kurallarla. Aklın alanında müthiş bir irşad gerçekleştirmiş. Yine de gelmiş çağrı, düşmüş içine ateş, o salih dosta kavuşmak ve onunla tamamlanmak için her şeyi bırakıp yollara düşmüş. Peygamberliğine rağmen ve de peygamberliği sayesinde.

İki denizin birleştiği yer, Hz Musa ve Hızır’ın bir araya geldiği orta noktadır, sıratel müstakimdir Fatiha suresinde geçen. Nedir bu orta yol?

Hz Musa’nın aklî duruşu ile Hızır’ın akıl ötesi metafiziksel var oluşunun; Hz Musa’nın yasaları ve kuralları ile Hızır’ın akıl almayan ve ahlaka aykırı gibi görünen kutsal ilhamlarının; Hz Musa’nın kelimeleri ile Hızır’ın sessizlik orucunun ve rızaya olan çağrısının birbirine karışmadan, ötelemeden,üst ve ast hiyerarşisine kapılmadan, yan yana akabildiği yer. Bilinçaltı ve bilinç; var ile yok, zahir ve batın; esfeli safilin ve ahseni takvim…Biri olmadan diğeri eksik. Zıtlıkların birliğine doğru duyulan hasrettir bu seferi başlatan. Salih dost bende henüz açığa çıkmamış ve hatta kabule bile  yanaşmadığım o zıt parçamın mayasıdır. Onu denizin dalgaları gibi köpürtür ve hayata getirir. Salih dostun varlığı, ölümsüzlük suyudur. İçenler bilir. Bu dost seni sana getiren herhangi bir kimse olabilir. Herhangi bir makamda bulunması beklenmez zaten salih olan makamını göstermez.

İçinde bu iki denizi buluşturmanın hasretini çekenler var mı? Hz Musa çekiyor, hasrette fakat Hızır’ın yaptıklarına da bir türlü akıl sır erdiremiyor. Hızır önce bindikleri gemiyi deliyor, sonra bir oğlan çocuğunu öldürüyor ve en nihayetinde açlıktan kıvranmalarına rağmen onları misafir etmeyen ve yemek bile vermeyen bir halkın duvarını onarıyor. (Kehf, 71-77)

Hz. Musa her defasında Hızır’ın yaptıklarını sorgulayıp karşı çıkmayacağını söylese de başaramıyor. Aklı, bildikleri, alıştıkları, duyuları karşı çıkıyor! Ve o salih kul, Hızır  “İşte diyor, bu benimle senin ayrılışımızdır.” (Kehf, 78) Ve ayrılık gerçekleşiyor. Yuvadan uzağa düşen insanın ayrılığı, dostundan ayrılanın ayrılığı, aşığından uzakta olanın acısı. Aklıma Hz Mevlana’nın Şems gittikten sonra içine düştüğü hâl geliyor. Balığın denize düşüşüyle başlamıştı ya aslında hikaye. Bizde de ayrılıkla başlıyor yeni bir hayat.

Ah akıl sabredemedi ilhamın ettiklerine! Sabredemeyen nasıl razı olsun? Razı olamayan komşu nedir, dost nedir nasıl kavrasın?

Halbuki Hızır’ın yaptığı her şey kutsal ilhamla gerçekleşiyor. Zaten yapan ben değilim diyor en başından beri. O yokluk makamındayken nasıl kendi iradesinden bir iş gerçekleştirebilirdi? Var olduğunu zanneden, kendine varlık biçen kişi ölümsüzlüğe ulaşabilir mi? O unsurların bağlarıyla kendini sınırlı formlara kayıtlamıştır. Bağlı olan da diğerlerini kendine bağlama hevesindedir. Bağı çözülenler de bağlantıda olduğu herkesi ve her şeyi özgürleştirir.

İnsan hiç içinde bulunduğu gemiyi deler miydi? Delerdi. O gemi nefsiyse, egosuysa, egosunun var ettiği, var zannettiği benlikleriyse, bu benlikleri üzerinde, denizine dokunmadan sadece yüzeyinde duruyorsa insan, alırdı eline bir hançer ve delik deşik ederdi hiç parçalanmayacağını düşündüğü o ilahlarını. Nefes almaya yer bırakmamış ve onu sıktıkça sıkan dar kalıplarını. Deldikçe harap olurdu çünkü harap yerlerin, yıkıntıların altında hazineler gizliydi zamanlar ötesinden gelen. Yıkılınca üzerindeki, altındaki parlamaya başlardı. Parladıkça ve su almaya başladıkça, balık gibi asıl yuvanın derinliklerine doğru batardı. Aşkı tutuşurdu suya battıkça. Ateşle su, birbirine karışmadan yine de beraber akarlardı, hayrete düşerdi aklın.

İnsan hiç gencecik bir oğlan çocuğunu öldürür müydü? Öldürürdü. Eğer o çocuk senin içindeki kötülük potansiyeli ise, daha gencecikken daha olasılıklar aleminde iken yani onu fark ettiğin ilk ânda ona veda edebilmekti. Arandaki göbek bağını kesebilmekti sana ve bütüne hizmet etmeyen taraflarını. Kötücül bu demekti, hem kendi hakkını hem de bağlantıda olduğun tüm varlıkların hakkını gasp eden düşünce ve eylemlerindi. İkilikten gelen, varlık zannından gelenlerdi. Serpilip gelişmesini beklemeden, sezgilerinle onlara “Hayır!” diyebilmek ve güçlü bir şekilde sınırlar çizebilmekti her ne kadar sana masum görünseler de. Öldürmek dediğin, zamanında uygulanmış adaletli bir ayrılıştan, geride bırakıştan başka nedir ki? Bu yüzden ölümü yeni bir yaşam takip eder. Kapanamayan döngüler, yenilerine ket vurur.

İnsan açlıkla kıvranırken kendisine bir lokma yemek vermeyen o zengin halkın yıkılmış duvarını  tamir eder miydi? Ederdi. Bir gemi gibi delinen egonun varlığı yıkılınca, o yıkıntının altındaki hazineyi koruyacak yeni bir var oluş anlayışı gelir. Bu duvarın sahibi iki yetim oğlandır ve rüştlerine erince Hızır’ın duvarı sayesinde korunduğu için bu hazineye kavuşacaklardır. İki yetim oğlanı, henüz tamlığa ermemiş akıl ve ruh olarak okumak mümkün.

Sadece yıkıntılar arasında dolaşanlar ve orada kalanlar, kemal dairesini (tamlığa ulaşma döngüsü) ikinci kısmını, geriye dönüşü (bekayı) gerçekleştirememiştir. Yokluğa kavuştuktan (fenadan) sonra varlığa (bekaya) geri dönenler, halkın içinde Hakkı görenler ve hizmete başlayanlardır. Hizmet eden bu yüzden var olan biri değil, yokluğun eli olmuş bir vesiledir.

La ilahe illalah.  La ilahe: İlah, varlık yoktur. İllallah: Tek var olan şey O’dur. Kelime-i Tevhid’in la ilahe kısmı geminin delinmesi, illallah kısmı ise duvarın yapılmasıdır. Bu ikisi bir araya gelince, iki yetim erginliğe erer ve hazineye kavuşur. Duvarı tamir eden Hızır, birlik döngüsünü burada, hiçliğin elinde bir alet konumunu alarak, koşulsuz hizmetiyle kapatır.

Hıdırellez bize yeniden doğuş olasılığı için önümüzde bir döngü açıyor bugün. Egonun ve nefsin koşullanmalarının, kodlarının, emir ve alışkanlıklarının kontrolünden kurtulup onları gözlemleyebildiğimiz, onlarla dost olup işleyebildiğimiz bir fena sürecinden sonra, Hızır makamına yani bekaya varışın dinamiklerini gösteriyor. Yunus Emre “Şol Hızır’la şol İlyas, âb-ı hayat içdiler/Bu birkaç gün içinde bunlar ölesi değil.” derken bu beka makamına işaret ediyor belki. Beka makamı, kendinden değil, her ân yeniden açığa çıkan kutsal ilhamlarla hareket eden, Kutsal’la dolup dolup taşan Hızır’ın makamıdır. Burası müminliğin asıl manasının açıldığı yerdir. Yani her ân olandan emin olmuş, olana ve olmayana denklikle inanmış ve ona razı olmuş. Müminlere sabrın tavsiye edilmesi, rızaya çağrıdır, kırılganlığa ve alıcılığa çağrıdır. Buna gerçek kulluk denir. Kehf suresinde Hızır’a salih bir kul olarak hitap edilmesinin sebebi budur. Kulluk yoksa pasiflik, kölelik değildir. Kölelik imkansızdır çünkü kölenin bile kendi varlığı yoktur. Varlığı olmayanın efendisi olur mu? Varlığına sıkı sıkı tutunan kişi kendini âlemin efendisi zannederken kime salih bir dost olabilir?

Sevgili komşum ve dostum! Bugün içindeki Musa’yı dinleme zamanı. Musa tarafının eğilimlerini gözlemleme zamanı. O Musa’yı ilahi ilhamların Hızır’ı ile buluşturma zamanı. Kırılganlıkla, samimiyetle ve çocuk saflığıyla kendini Kutsal’ın hediyelerine açıp çiçeklenme zamanı.  Sana bu buluşmayı mümkün kılacak her kim var ise, onunla daha sıkı bağlantıya geçme, onun kadrini kıymetini bilme ve dillendirme zamanı. Bu bir insan, hayvan ya da bitki olabilir. Salih dostunu bul ve gül ağacının altında sohbete davet et. Ancak bu şekilde Hıdırellez gelir hanene ve gülün dalına astığın dileklerini görme ve duyma şansı olur. Dostunla paylaş bu dilekleri ki onun yüzünde Kutsal kendini gösterir.

İşte bu yazı da benim dileklerimdir ve gül ağacının altında yaptığımız sohbet burada son bulmuştur. Hıdırellez aşkına, iki denizin kavuştuğu yerde, bensiz bir yerden, birlikte tekrar tekrar bir araya gelmek ve hizmette buluşmak niyetiyle.

Teslimiyet Üzerine

 

Teslimiyet meselesinin temelinde ilk olarak özne nesne ilişkisine bakmak gerekiyor. Kim teslim olan, kim teslim olunan? Burada iki gözlük kullanabiliriz, teşbih (hakikat) ve tenzih (şeriat) gözlüğü. Çabamız hangi gözlüğü nerede kullanmamızın bize ve bütüne hizmet edeceğine dair içimizdeki bir ayırt etme sezgisine (furkan) bağlanabilmek. Ve bu sezgiyi kötüye kullanmadan, olduğundan küçük ya da büyük hale getirmeye çalışmadan, hayata geçirecek iradeyi yeşertmek. 

Tenzih gözlüğünü kullandığımda teslimiyeti pratik etme şeklimde bir ben var bir de benden aşkın yüce bir Yaratıcı. İkideyim ve bunu ikiliği, bir karşısında değersizleştirmeden yapıyorum. Ben o Yaratıcının iradesine teslim oluyorum. Burası sorgunun olmadığı yer.  Kendine Tanrılık vermeye çalışan ayrı benlik algısının eğitildiği yer. Yaratıcının ve Ulu öğretmenin yap dediğini yapıyorum, yapma dediğinden sakınıyorum. Bu, bir çocuğun annesinin babasının öğrettiği şekilde markete giderken trafik kurallarına göre hareket etmesi, market alışverişinde kendisine söylenen ekmeği alması, öğretildiği şekilde parayı kullanması gibi. Burada çocuğun yapabileceği seçim, annesinin babasının sözünde durmak ya da durmamak. 

Teşbih yani hakikat gözlüğünü taktığımda Yaradan ve terbiye eden ulu ve aşkın Tanrı Hak ismini alıyor.  Onu içkinleştirip benden ayrı olmadığına inanarak bendeki özne ve nesne ayrımını sonlandırıp birliyorum. Bu halde iken her şey ve herkes Hakk’ın zatının bir açılımı olduğu için, teslimiyet denen şey de o anda kiminle muhatap oluyorsam öncelikle onun ilahi bir beliriş olduğunu görüp karşımdakinde algıladığım hali kendimden ayrı bilmemek oluyor. Böyle olunca teslim olan ve olunan kalmıyor. Kendinden Kendine bir akış ve oyun.

O zaman hakikat mertebesinde, neye göre seçim yapıyorum? Dünya düzleminde olduğumuz için unsurlara bağlıyız ve istesek de istemesek de (tam tekamüle açılana kadar) doğa yasalarına göre yaşıyoruz. Burada seçim kriterim, o anda  bana gelen daveti ve ihtimali öncelikle nefs ile karşılamamaya dikkat etmek, şahitliğin bütüncül ve objektif gözleri ile olabildiğince temiz (abdestli bir algı) karşılamak. Sonra da bu gelen şeyin bana ve bağlantıda olduğum her şeye madde ve mana düzleminde hayırlı olup olmayacağı üzerinde düşünerek/hissederek/sezerek adım atmak. Alanı okumak diyoruz buna bazen. Ya da derin dinleyiş, Mesnevi’nin “Bişnev!” hitabı, Alak suresinin “Oku!” daveti. 

Çocuğun bakkala gidip ekmek alıp eve dönmesi pratik hayatımızda aldığımız pratik kararlar, hayatın daha kolay akması için teknik kararlar (pragmatik boyut yani). Genel kabul görmüş değerler ve insan hakları çerçevesi. Bir inziva davetinin bana gelmesi ve oraya gidip gitmemeyi hissetmek çok bilinmeyenli denklemle kalabilmek. 

Bazı kararlara teslim olmak keyif verirken bazılarına teslim olmak zor geliyor. Özellikle nefsi (kendini egemen zanneden müstakil ve ayrı benlik algısını) zorlayan teslimiyetlerde yavaşlamak ve derin dinleyişe geçerek hem tenzih hem de teşbih gözlüğünü deneyerek olaya bakmak yardımcı olabilir. Insan hayat ile Hak ile işbirliği yapmaya başladığında teslimiyetin zevkine varıyor, zor gelen hisler kolaylaşıyor. 

Teslimiyet, seçimsizlik ve iradesizlik değil kesinlikle. Teslimiyet, yaptığın seçimi benlikten yapmamak. Ya çocuk gibi (çocuk saflığında) senden aşkın Tanrı’nın sözünü tutarak.  Ya da birlik çerçevesinden bakıp her yerde açılan Hakk’ın senden de açılmasına evet diyerek, buna izin verebilmek demek. Nefs terbiyesi demek. O da şeriat kapısında yani beden ve irade çalışması yapmak demek. Gördüğünüz gibi şeriat ve hakikat birbirine zıt ya da ya “o ya bu” gibi bir denklemde yer almıyor. Hayvanlar ve bitkiler daim şeriat teslimiyetinde, yani sorgulama ve irade yok, o güç her neyi irade ediyorsa tüm saflıklarıyla onun emrindeler. İnsanın avantajı ve dezavantajı iradesi olduğundan bu sebeple emrin altında olmaması ve seçim yapma potansiyeline sahip olması. Dananın kuyruğunun koptuğu yer, seçim yapma mekanizmalarım ve dinamiklerim yani. 

Teslimiyet, olmak ve ölmek isteyenin önünde durmamak, çağrıyı işitebilmek (hakikat) ve bu çağrının madde ve beden düzleminde hayata geçmesi için benim elimde bulunan kaynakları, araç gereçleri, yolu yordamı (şeriat) kullanarak hayata geçirmek. Benim üzerimden açılmak isteyen şeyi görünür kılmak. Bu galiba bildiğim en güzel irade.

Anadolu Kapısından Giriş

Ege’nin küçük bir ilçesinde geçti çocukluğum. Gençlik yıllarım eğitim aldığım İzmir ve İstanbul’da. Evlendikten ve artık bana katkıda bulunmadığını hissettiğim akademideki işime veda ettikten sonra çeşitli vesilelerle yoğun bir şekilde yurtdışı seyahatleri gerçekleşti. Hayat bizi türlü türlü kıtalarda misafir etti. Nice aldık nice verdik. Ta ki geçen seneye kadar. Bedenim artık uçağa binmek istemez, nefesim beni durdurmak için göğsümde saklanır olmuştu. Haliyle durmak ve evimizde bir süre dinlenmek durumunda kaldım. Hatta evde olmak, sadece çiçekleri sulamak ve en büyük eylemimin gün içinde, ucunda kalan son kınayı kesip atmak pahasına da olsa tırnaklarımı kesmek olması bana derin bir keyif veriyordu. Benden beklenilen yüksek akademik kariyerin ve saygın bir mevkinin yerine gittikçe basitleşmek, küçüğe ve iddiasız olana karışmak isteği ile günlerimi davasızca yaptığım işlerimle ve günlük geçimimi ve rızkımı çıkarttığım derslerimle geçiriyordum. Bahar dalında yeni açan erik çiçeğinin yaprağı gibi Güneş’in altında şeffaf salınmak, sadece salınmak istiyordum.

Yine böyle var olmaya çalıştığım bir günde eşim içeri giriyor. Yüzündeki o tanıdık heyecanı görüyorum. İçimde bir ses “Eyvah!” diyor. Artık bu heyecanı hemen tanıyabiliyorum. Yeni bir yere seyahat edecek olmanın verdiği heyecan bu. Kendisi hayatıma girmeden önce seyahat etmeye dair pek bir hevesim ve tecrübem olmamasına rağmen onun kanatlarında ne çok ülkeye uçtum, ben de kendime şaşırıyorum. Son iki yıldır duraklamak, yavaşlamak ve evde olmak istediğimin farkında. Bu yüzden temkinli ama yine de heyecanını saklayamaz bir halde İran planlarından bahsediyor. Oradaki güzelliklerden, öğrenebileceklerimizden, keşfedebileceklerimizden, alacaklarımızdan, vereceklerimizden.

İçimde bir şey cız ediyor. Nefesim yine alelacele göğsümde saklanacak bir yer bulmaya çalışıyor. Bir yandan zihnim bunun güzel bir fırsat ve kıymetli bir hizmet olabileceğini söylüyor. “Kendini geri tutma, direniyorsun belki yeniliğe” diyor. Sonunda “Uçmam ama” diyorum. “Trenle gidelim”. Bir hafta boyunca tren ayarlamaları yapıyor eşim. Biletleri getiriyor heyecanla. Yüzüme bakıyor, bende aynı heyecanı göremeyince ikimiz de derin bir sessizliğe gömülüyoruz. “İran’a gelmiyorum, orası beni çağırmıyor. Başka bir şey beni bu topraklarda tutuyor, çıkma dışarıya diyor. Ne olduğunu tanımlayamıyorum ama burada yapacak bir şey var, biliyorum, hissediyorum.” diyorum. Bu sözleri söylerken gözlerimden yaşlar boşalıyor. İşte bu, derinden gelen bir çağrının işareti. “Evet Aslınur, bizi duyuyorsun” diyor beni bekleyenler. Henüz ufukta yoklar. Ama çağrılarını yapmaya başladılar. Kulaklarımı açmaya niyet ediyorum. Eşim de bu çağrının yankılarını hissederek açık bir kalplilikle bu durumu kabul ediyor, bileti tek kişilik olarak değiştiriyor. Birkaç gün içinde yeni bir plan kendini ortaya koyuyor: Anadolu’ya yapılacak dört günlük bir seyahat. İçimden derin bir “Oh!” yükseliyor. Ne zamandır hissediyorum içimde Anadolu’yu. Hatta üç sene önce California’da, Mount Shasta’dan dönerken o geniş otoyolda içime doğanları hatırlıyorum. İpek Yolu canlanacak. İpek Yolu, İpek Yolu, Anadolu. Bu doğuşların Amerika’da gelmesi ne acayip değil mi dostlar?

 

1.GÜN-11 Mart 2019

Artık Anadolu kapılarını açmaya karar veriyor. Bir araba kiralayalım diyoruz, seyahat etmek, daha çok yer görmek mümkün olur. Seyahat rotamızı ayarlıyoruz. Nallıhan ve civarı. Tapduk Emre ve Yunus Emre içimizde çok canlı bu sıralar. Araba kiralanıyor. Sabahın altısında Sabiha Gökçen havalimanına doğru arabayı teslim almak için yola çıkıyoruz. Yine de içimde arabaya dair garip bir huzursuzluk. Havaalanına vardığımızda arabayı teslim alacağımız ofise gidiyoruz. Diğer araba kiralama ofislerinin hepsi açık. Sadece bu kapalı. Kepenkleri bir süre sonra açılıyor. Tüm uğraşlarımıza rağmen arabayı alamıyoruz, gerekli ekstra belgeler elimizde olmadığı için. Nefesim göğsümde genişliyor. Fakat şimdi ne yapacağız? Şimdi ve burada ne olmak istiyor? Neresi bizi çağırıyor? Dinlesene!

Dakikalar içinde Pendik tren istasyonuna koşuyoruz ve saatler sonra kendimizi Eskişehir’de buluyoruz. Elimizde iki ağır çanta ile. Kiralayacağımız arabaya güvenerek aldığımız bu çantalar şimdi bize birer yük oluyorlar. Ve nerede kalacağımız, ne yapacağımız hakkında hiçbir fikrimiz yok. Şimdi güvenme vakti. Tren garından Odunpazarı’na doğru yürümeye başlıyoruz. Hava yavaş yavaş ısınıyor. Halbuki yağacağı söylenmişti! Salıver planladıklarını, hazırladıklarını, tasarladıklarını diyor. Bir kere daha. Soyun sanrılarından, zanlarından, kuruntularından. Üzerimize kat kat giydiğimiz elbiseleri çıkartıyoruz. Paltolarımız, ceketlerimiz. Yürüdükçe elimizdeki yükler ağırlaşmaya başlıyor. Yol uzuyor sanki. Taksi tutalım diyoruz, yanımızda nakit kalmamış. ATM görünürde yok. Yürümeye devam diyoruz. Bilinmez ne kadar süreceği ama güven. Yolda soruyoruz, beş dakika sonra oradasın dedikleri yol yirmi beş dakikada bitmez oluyor. Yürüyoruz. Sonunda Marian bir taksi durağının önünde bir bank bulup oturuyor. Aslında ikimiz de oracığa yığılıveriyoruz. “Haydi amcalara sorsana eşyalarımızı buraya emanet edebilir miyiz, hem dolaşırız hafif hafif.” diyor. Bedenim o banka çakılmış sanki. Kımıldamaya ve hatta içeridekilerden böyle bir ricada bulunmaya bir türlü dilim varmıyor. Allahım bu korku da neyin nesi? Küçücük bir ricada bulunamayacak kadar mı hem de? “Kolay kolay kabul etmezler bunu” diyorum. “İnsanlar birbirine güvenmiyorlar ki!” Bu cümleler öyle hızlı çıkıyor ki ağzımdan. Kendi güvensizliğime şaşırıyorum sonrasında. Ama yine de içeri girip soramıyorum. Tamam alalım yükleri sırtımıza devam edelim yürümeye diyoruz. Bir otobüs firmasına giriyoruz. Cesaretimi topluyorum, güven Aslınur diyorum. Güvenerek güven inşa et diyorum. Başlasın bir yerden diyorum. İçeri girip durumu anlattığımızda çalışan kadın kabul etmiş görünse de sonra çaresiz bir şekilde “Bu yaptığım yasal değil, patronum görürse ne olur?” diyor. Kadını zor durumda bırakmamak için ısrar etmiyorum ve ofisten çıkıyoruz. Yüklerimiz sırtımızda. Marian acayip şaşırmış durumda. Ne yani, İran’da olsak şimdiye kadar bin kişi almıştı yükümüzü emanet diyor. Bunu duymak içimi hüzünlendiriyor. Ne oldu bize?

“Bak karşıda zabıta var” diyor, “haydi gidip onlara soralım”. İçimde bir şey isyan ediyor. “En çok kuşkulanmaması gerekenler onlar, şimdi başımıza iş açılmasın aman” diyor içimdeki ses. Amma da ödlekmiş bu güvenini kaybetmiş parça da. Marian cesaretle içeri giriyor ve kırık Türkçesiyle konuşmaya çabalıyor. Ben kilitlenmiş durumdayım. Durumu anlatırken, zabıtalardan biri omzumda asılan uzun kılıftan gözünü ayırmıyor. “Merak etmeyin, kılıfta neyim var” diyor, gülümsüyorum. “Garajda kilitli dolaplar var, oraya gidin emanetiniz için” diyorlar. “Tramvayla beş dakika, çok yakın. Geri döner buraları da dolaşırsınız.”

Tramvaya doğru yürürken cebimizde para olmadığını hatırlıyoruz. Bir güvence kaynağı olarak para da tüm bu güven sınavından geçerken tabii ki bizimle birlikte değil. Senaryo eksiksiz yazılmış. “Haydi bakalım bu tür bir sınanmaya ne cevap vereceksiniz” diyip kıs kıs gülüyor her neredeyse. “Size alıştığınız o konforu vermeyeceğim, madem bilinmeyene doğru bir seyahate çıktınız, hediyeler de böyle geliyor ayağınıza kadar” diyor. Sızlayan ayaklarıma bakıyorum. Gerisin geri dönüp bir kafeye oturuyoruz.
Kendimi çok çaresiz hissediyorum. Daha önce buraları gördüğümden Marian’a gidip dolaşmasını, çantalara göz kulak olabileceğimi söylüyorum. Yanıma aldığım defterime yazmaya başlıyorum. Yazıma baharı karşılayan kuşların şarkıları, camiiden verilen sela, seçim için masa masa dolaşan politikacıların vaatleri ve çayları yetiştirmeye çalışan genç kızın “Çay isteyen var mı?” sorusu eşlik ediyor. Allahım rızkımızı ver, Allahım rızkımızı ver cümleleri çıkıyor. Üst üste bilmem ne kadar zaman yazıyorum ve birden Ya Rezzak kelimesinin üzerine havadan 100 tl düşüyor. Kafamı kaldırıyorum. Marian gülümseyerek bana bakıyor.

Akşama doğru Nallıhan otobüsüne biniyoruz. Büyüdüğüm ilçedeki otobüs modellerinden. Oldukça eski. Şu koltukların arkasında küllükleri olanlardan hani. Ve yolculuğumuz başlıyor. Bir dağın eteklerinde dönüyor, dönüyor, dönüyor, dönüyoruz. Gözlerim kapanıyor dönüyoruz, gözlerim açılıyor hala dönüyoruz. Bu eski otobüsün dahi sema yapabileceği kimin aklına gelir ki? Küllükler, aşk ateşinin geride bıraktıklarıyla dolu, ağızlarına kadar açık. Dönmekten usanmıyoruz ve nihayet Nallıhan’a akşam çökerken ulaşıyoruz. Bacalardan tüten dumanın kokusu ellerimizdeki yüklere hiç zaman kaybetmeden hoşgeldinlerle siniyor.

2.GÜN-12 Mart 2019

Nallıhan bir kervansaray şehri. İpek Yolu buradan geçiyor. Amerika’da aldığım ilhamdan sonra ziyaret ettiğim ilk İpek Yolu şehri burası. Etrafı heybetli dağlarla çevrili. Bağrında nice arifleri saklıyor. Niyetimiz Tapduk Emre’yi, Bacım Sultan’ı, Yunus Emre’yi ziyaret etmek. Buralara özel araç olmadan ulaşım zor diyorlar, taksi tutulması gerekiyormuş. Eskişehir’de başlayan güven sürecini devam ettirelim ve taksi tutmadan Bacım Sultan’a ulaşalım diyoruz. Planlamadan, hesap kitap olmadan. Yolun kenarında bekliyoruz. Peş peşe arabalar geçiyor lakin hiçbiri durmuyor. “Bacım Sultan, sana geliyoruz misafir olmaya” diyorum. “O halde bize bir araba gönderirsin değil mi?” Böylesine senli benli ve samimiyetle konuşmak ve ricada bulunmak o kadar iyi hissettiriyor ki. Az sonra bir araba neredeyse geçip gidecekken kararsız kalıyor ve yolun az ilerisinde birden duruyor. Şoför genç bir delikanlı. Nallıhanlı imiş. Buralarda eskiden insanlar arasında güven olduğunu fakat şimdi herkesin birbirinin aleyhine davrandığını söylüyor. Ah diyorum, Anadolu’nun yaralarından biri imiş demek bu. Yola çıktığımızdan beri yankılanıyor her yerde. İsmini soruyoruz. Emre diyor. Gülümsüyorum. “Ne güzel bir insansın! Bacım Sultana gitmemize vesile oluyorsun.” diyorum. “Hayır, ben güzel değilim ki.” diyor, yüzü hüzünleniyor. “Zaten insanlarla olmayı da çok sevmiyorum, doğanın içinde tek başıma inzivada olmak bana iyi geliyor.” diyor. Bizi türbenin önüne kadar bırakıyor ve “Sizinle biraz zaman geçirmek isterim olur mu?” diye soruyor. Yüzümüz aydınlanıyor, türbeye beraber giriyoruz.

Ah Bacım Sultan ve yanında yatan nice güzel kadınlar. İçerisi derli toplu. Kapının yanında bir çalı süpürgesi duruyor. Koşup elime alıyorum ve eşiği temizlemek istiyorum. Bunu neden yaptığıma dair hiçbir fikrim yok. Sadece olmak isteyen şeyi takip ediyorum. Emre ile vedalaşırken “Bu karşılaşmanın bir tesadüf olmadığını biliyorum.” diyor. “Sakın güzelliğini unutma Emre.” diyorum ve belki de yollarımızın başka yerlerde kesişebileceği niyetiyle arkasından el sallıyoruz.

Buraya yıllar yılı insanlar şifa bulmak için gelirmiş. Özellikle ruh hastalıklarından muzdarip olanlar. Türbenin ortasında çok yaşlı bir ardıç ağacı varmış. Bacım Sultan bu köye gelin gelirken onu atının üzerinde bulamayan kişilere babası Tapduk Emre “O yerini buldu!” telkinini verince kendisini bu ardıç ağacına yaslanır vaziyette bulmuşlar. Eskiden ruh hastalığına tutulanlar bu ağaca bağlanır ve yuvarlak odunlar vücutlarına sürülerek ve daha başka yollarla tedavi edilirmiş. Gözlerimi kapatıp bu ardıç ağacını düşünüyorum. İçim ürperiyor. Arka bahçe ardıç ağaçlarıyla dolu. Birine sırtını dayayım derin bir iç çekiyorum. Şükrediyorum bu zamansızlığa ve mekansızlığa misafir olduğumuz için. Tepemizde bir kartal sema ediyor.

Türbenin hemen alt tarafında bir camii var. Dışarıdan bakılınca onarımda olduğu hissiyatını veriyor. İçeri girmekte önce tereddüt etsek de büyük ahşap kapısını az ittirince gıcırdayarak içini ifşa ediyor. Yüksek tavanlı olan bu caminin girişi plastik masalarla ve türlü alet edevatla dolu. Namaz kılınan yere girdiğimizde ortada bir soba kurulu olduğunu görüyoruz. İçerisi soğuk. Tam dışarı çıkacakken arkamızdan bir ses duyuyoruz: “Selamın aleyküm, hoşgeldiniz.” Köyün en yaşlılarından olan bir dede bize Bacım Sultan türbesinin duvarlarını nasıl onardığını ve o esnada yaşananları anlatıyor. Bahçede kazı çalışması yapanlardan biri bu türlü işlere inanmadığı için çıkan kafataslarından birini öfkeyle tekmelemiş, bizi nelerle uğraştırıyorlar diyerek. Tüm gece boyunca korkutmuşlar uykusunda. Ertesi gün türbede kurban kesip af dilemiş. Akıl hastalarını iyileştirmek için kullanılan tomrukları o zamanın belediye başkanı evine süs olsun diye yanında götürünce aynı şey onun başına geliyor ve ertesi gün af dileyip tomrukları yerine bırakıyor. Ritüelleri müzelik birer nesneye dönüştürmenin bedeli bu herhalde diye düşünüyorum. Bunun gibi nice hikayeleri dinleyince Bacım Sultan’ın buradaki köylünün hayatının merkezinde olduğunu ve buradaki yaşamın onun etrafında kurulduğunu fark ediyoruz. Merkezde yanan bu ateş hayatı canlı tutuyor. Bu ateşin kutsallığına inanmayanlar da haliyle köylülere göre derslerini bir şekilde alıyorlar. Dede ile konuşurken içeriye camiinin imamı giriyor. Yirmili yaşlarında. Ve şu anda köyde yaşayan en genç insan. Üzerine cübbesini geçirirken namaz için cemaati bekliyor. Cemaatte bizi karşılayan dede, başka bir amca, Marian ve ben varız. Beni girişteki odalardan birine yönlendiriyor. Misafir umduğunu değil bulduğunu yer, güven Aslınur diyerek içimde yükselen isyana rağmen o küçük odaya geçiyorum. Etrafta yedek cübbeler, bir kutu şeker ve kolonya var. Oda soğuk. En azından şeker ve kolonya ile karşılanıyorum. O küçük, yalnız oda tarafından.

Namazdan sonra biraz aşağıda kalan kuyuya doğru iniyoruz. O esnada içimden bir ses yükseliyor: “Ah keşke bu köyde yaşayanlarla daha derinden sohbetler edebilsek, Bacım Sultan’ı onlardan dinlesek. Hatta bir sobanın etrafında toplanıp halleşsek.” diyorum. Fakat etrafta kimse yok, in cin top atıyor. İleriden gelen bir teyze o esnada bize selam veriyor. Selamını alıp kuyuya doğru iniyoruz.

Rivayete göre bu kuyunun bulunduğu yerde Bacım Sultan babası Taptuk Emre’yi karşılamak için beklerken heyecandan ve aceleden ellerinin hamurlu kaldığını fark edip mahcubiyet hissedince yanı başından bu su kaynayıveriyor. Deva arayanlar bu suyu içerek şifalanıyorlar. Kuyunun başına varıyoruz. Çok heyecanlıyım çünkü daha önce hiç böyle bir kuyuya güğüm sallamamışız!

Marian kuyunun üzerini örten sacı kaldırıyor, güğümü aşağı sallamaya başlıyor. Sonunda ipi kendine çektiğinde güğüm ağzına kadar su ile dolu vaziyette geri geliyor! Tüm bunları yaparken farklı hislerle dolup taşıyorum. Çok sihirli bir ana şahitlik ettiğimi idrak ediyorum. Kim bilir bu kuyu bağrında hangi sırları saklıyor. Kuyuya binbir teşekkürle bu suyu yudum yudum içiyor, yüzüme sürüyorum. Suyun şifası aslında onun kaynağını canlı tutan bu daimi su çekme işlemi. Vefa ile buraya gelen insanların bu kaynağa verdikleri dikkat ve ona sundukları güven canlılık sıfatını devam ettiren. İnsanların o suya ihtiyaç duymaları ve güçlü bir niyetle bu alana daima gelip onu canlı tutmaları şifayı da açığa çıkarıyor. Hem sudaki, hem içendeki. Çünkü içenler de sudan ayrı değiller ki. Ve kendi içlerindeki kuyunun peşindeler.

Bu kadim seremoniden sonra köy meydanına çıkarken yağmur çiselemeye başlıyor. Duruyoruz ve birbirimize soruyoruz: “Şimdi ne yapacağız? Geri dönelim mi? Peki nasıl?” Bu soruyu sorarken kaygı, endişe ve telaştan ziyade sürpriz hediyesini almak için heyecanlanan çocuklar gibiyiz. Haydi o zaman hodri meydan diyip köyün meydanına doğru yürüyoruz. Bir de ne görelim? Köyün imamı ile bize selam veren teyze şadırvanın yanı başında oturup bizi beklemişler. “Sizi burda öyle bırakmaya gönlüm razı olmadı.” diyor teyze. “Hem nasıl geri döneceğinizi de anlayamadım, gelin sizi evime götüreyim, az aşağıda evim. Ya da dur, komşunun evine gidelim o daha yakın.” Kendi evi yerine böylesine teklifsiz ve rahat bir şekilde bizi komşunun evine götürmesi ilginç geliyor. Caminin genç imamı, köyün yaşlı teyzesi ve biz ahşap bir evin yolunu tutuyoruz. Kapıyı Azize Ebe açıyor ve bizi binbir hürmetle selamlayıp evine buyur ediyor. Evet, oturduğumuz odanın tam ortasında bir kuzine soba var. İmam kuzineye odun atarken, ev sahibi de üzerine çaydanlığı yerleştiriyor. Biraz sonra önümüze yeni açılmış katmer ve yaptıkları yoğurttan geliyor. Bu yoğurdu görünce ineklerini soruyorum. Köyde artık inek kalmamış çünkü onlara bakacak insan kalmamış. Civar köylerden alıyorlarmış artık sütü de peyniri de. İmamı da evin oğlu bellemişler, aralarında şakalaşıyorlar. Neredeyse her gün beraberlermiş, evine her akşam bir tabak yemek gelirmiş beraber yiyemediklerinde. Bacım Sultan’ı soruyorum onlara. Gençken hep temizliğini onlar yaparlarmış. “Şimdi bayramdan bayrama ancak temizleyebiliyoruz.” diyor Azize Ebe, hüzünlü. Eski günlerde burası dertlerine derman arayanlarla dolup taşarmış. Köyün bekçiliğini üstlenmiş bir süre Azize Ebe ve eşi. Bekçi demişken sakın sadece köyü korumak amaçlı olduğunu düşünmeyin. Bir de köye gelenlere kucaklarını açan bekçilermiş bunlar. Mihmandarlık yaparlarmış. Gelen misafirleri yedirir, içerir, gerekirse evlerinde ağırlarlarmış. Türbede gerçekleşen şifa seremonilerinde de yerlerini alırlarmış. İşte güvene dair müthiş bir pratik. Gelenin kim olduğunu bilmeden, kimlik numaralarını almadan, para pul istemeden, çıkar beklemeden sırf Allah dostlarının rızası için, onlara hürmeten misafirlerine de gösterilen bu hürmet bende bir idrak uyandırıyor. Türbelerin ettiği hizmetlerden biri de insana insanı kazandırması, onlara birbirlerine hizmet etme şansı vermesi, bu türbenin etrafında toplanıp can cana ilişkide bulunma olanağını tanıması.

Hatta çocuğu olmayan bir kadın Bacım Sultan’ı ziyaret etmiş kocası ile birlikte. Vakit geç olduğu için Azize Ebe onları gece misafir etmiş. Kadının mavi gözlü güzel bir kızı olmuş sonra. Çocuk, ısrarla Bacım Sultan’a gelmek isteyince yola düşmüşler ve Azize Ebe’nin kapısını tekrar çalmışlar. Bu kez iade-i ziyaret için. Başta gelenleri hatırlayamasa da sonunda Azize Ebe çok memnun olmuş. Bunun gibi daha nice güzelliklere vesile olmuş, kapı olmuş, ev sahipliği yapmış Bacım Sultan, Allah’ın o güzel kadın velisi. “Kadın velinin hali bir başka oluyor canım.” diyorum içimden. Kadınlarda yoğun zuhur eden o rahmeti ve şefkati, kucaklayıcılık halini burada hissediyorum. Hatta caminin imamı ilk köye geldiğinde uyum sorunu yaşadığı zamanlarda bir gece cemaate namaz kıldırırken sırtını birinin okşadığını hissetmiş. Namazda iken arkasına dönüp kontrol edemediği için de namaz bitene kadar boncuk boncuk terlemiş, kim ola ki bu sırtımı sıvazlayan diye. Camiide zaten hepi topu üç beş kişi, onlar da köyün yaşlıları. “Kim namazın ortasında sırtıma dokuna ki?” diyerek ona zamansız gibi gelen o namazdan sonra arkasındaki safa anlatınca bu durumu çok normal karşılayan yaşlılar “Olur öyle hocam, Bacım Sultan sevdiğinin sırtını okşar.” demişler. Köyün hamiliğini yapan o kutsal anne, imamı da şefkatle buyur etmiş himayesine. Ah işte annelik böyle bir şey olsa gerek! Kim zordaysa ona dokunmak ve yalnız değilsin, korunuyorsun, kollanıyorsun demek. İşte Bacım Sultan bunu bize hatırlatıyor. Bizdeki annelik vasıflarının açığa çıkması için bize rol model oluyor. Türbelerin işlevlerinden biri de bu. Sahada eğitim deniyor buna. Ya da usta çırak ilişkisi. Onu ziyaret eden onun haline ve tavrına boyanıyor, talebi ve niyeti ölçüsünde. Bu yüzden türbeler zannedilenin aksine sadece dilekler için çaput bağlanan, mum yakılan yerlerin ötesinde, önemli toplumsal işlevleri olan mekanlar. Merkezdeki kutsal ateşin etrafında edeple ve farkındalıkla insanların önce kendileriyle sonra da etrafındakilerle etkileşim kurmalarını sağlayan yerler. Bu hali hatırlayanlar en azından onu gündelik hayatlarına da taşıma fırsatını elde etmiş oluyorlar ve ziyaret ettikleri türbeler kalplerinde yaşamaya devam ediyor. Kalplerimizdeki türbelere bağladığımız çaputları da çözsek mi? Birbirimizin rızasını kazarak gönüllerimizdeki mumları uyandırsak mı? İşte Bacım Sultan’ın bana hatırlattıkları. “Yolda kalanları geri çevirme al arabana.” diyerek Emre’ye güzelliğini hatırlatması. Allah’ın Bacım Sultan’dan bunları göstermesi. Okuyabilene daha nice dersler, dinleyebilene daha nice nasihatler var.

Bu güzel sohbetten sonra ana yola yürüyerek geçmeye karar veriyoruz. Yaklaşık dört beş kilometrelik bir yol bu, dağın eteklerinden döne döne aşağıya inen. İmam bizi yolda havlayan köpeklerden korumak için eline aldığı uzun değnekle yolun başına kadar geçiriyor. Biz de elimize bir değnek alıp düşüyoruz yola. Niyetimiz yine güvenmek ve bir vesile gelirse onunla Nallıhan’a dönmek. Daha önce hiç böyle yalnız bir yolda, yolun hemen yanından yükselen heybetli dağların, tepemizden uçan şahinlerin, yerde biten bahar çiçeklerinin, kendi içimdeki heyecanlı ve ürkek titremenin eşliğinde yürümemiştim. Ayaklarım diyorum. Artık sızlamıyorlar. Eskişehir’de yüklerimizle yürüdüğümüz o on beş dakikanın nasıl zulüm gibi geldiğini anımsıyorum. Şimdi elimizde sadece bir değnek, bu kez ayaklarımız her bir adımla yeri öpüyor sanki. Allahım sana güvenmek ne kadar güzel bir hismiş, nasıl olmuş da bunu unutmuşum, o kadar önlemlerle kendimi koruduğumu zannederken aslında güven hissimin incindiğini nasıl olmuş da fark etmemişim? Dervişlerin neden hep yürüdüğünü işte o zaman anlıyorum. Bilinmeyende yürürken, normalde gizlenen zanların ve korkuların öyle görünür oluyor ki sonunda onlarla da yol arkadaşlığı ediyorsun, özgürleşiyorsun onları kucaklayınca, onlara rağmen yürümeye devam ediyorsun. Bir de diğer varlıklarla, dağla, taşla edilen yoldaşlık var. O bağlantısallık içine işliyor, yalnız yürüyorum demeye de utanıyorsun bir süre sonra. Mahcubiyet çöküyor üzerine ve bu utanç duygusunun aksine çok iyi hissettiriyor. Mahcubiyet alçak gönüllüğün verdiği ve iddiasızlıktan gelen bir başını yere eğme, secde etme hali. Buğdaylar gibi. Utancın verdiği o ağırlık ve yargı yok. Ah nasıl da karıştırmışım bunları birbirine! Yollar siz sağ olun, akla karayı ayırdığınız için birbirinden. Dağların eteklerinden döne döne iniyoruz. Bu kez otobüsün içinde değil dışında semaya katılıyoruz. Bir köyün içinden geçerken evinin önündeki yalığa akan suda ıspanaklarını yıkayan ve akşam yemeğini hazırlayan teyzeyi görüyoruz. Suyun içinde kurbağalar da ıspanağa methiye düzüyor. Teyze selamımızı şaşkınlıkla alıyor ve “Buyrun tanımayadım?” diyor. İlk bakışta çok geçerli bir cümle gibi geliyor, üzerine düşmüyorum. Sonrasında şunu fark ediyorum. Bu köylerde tanımamak şaşırtıcı bir durum olmuş. Aslında o kadar emin ki bizim tanıdık olduğumuza, bizi tanımaması onu şaşırtıyor!
Anadolu’da böyle bir halden bahsediyorum işte.
Köyde bize eşlik etmeye başlayan bir köpeğin de rehberliğinde ana yola çıkıyoruz. Yola adım atar atmaz yağmur çiselemeye başlıyor. Gülümsüyoruz. Bizi Nallıhan’a götürecek nasibimizi bekliyoruz. Uzun bir bekleyişin ardından emekli bir öğretmen bizi arabasına alıyor ve Nallıhan’ın yolunu tutuyoruz. İçimde burulan bir parça var köyü ziyaretten sonra. Köyün yaşlıları bu dünyadan göçünce ne olacak? Güvene dayalı bu ağırlama sanatına, geleneğine ve ritüellerine kim sahip çıkacak ve yeni nesillere bunlar nasıl aktarılacak? Ve Bacım Sultan’a ve onun kuyusuna kimler vefa göstermeye devam edecekler?

3.GÜN-13 Mart 2019

“Arkana bak da düşün yeniden
Ne fark eder ki sen ya da ben
İçime dolan tüm korkuları
Denize bıraktım sahilden”

Emremsultan köyünden geçen köy minibüsünde Burcu Güneş’in bir zamanlar pek meşhur bu şarkısı çalarken “Allah Allah” diyorum, bu şarkının sözleri aslında ne kadar da manalıymış. Dinlerken bambaşka şeyler çıkıyor içinden. Biz de üç gündür sahil sahil dolaşıyoruz, içimizdeki korkuları bırakıp güvenmeyi seçerek ve bu güvenin getirdiği güzelliklerin zevkine vararak, ne fark eder ki sen ya da ben sözlerinin manasını keşfetmeye çabalıyoruz. Minibüs ana yoldan içeri doğru saptığında sağımız solumuz genişlemeye başlıyor. Şimdi dağların yamacında değiliz. Yolun iki yanında yemyeşil ovalar uzanıyor. Arkasında morlu kırmızılı dağlar heybetle bizi bekliyorlar. Artık düzlüğe eriştik diye fısıldıyor yol. Tapduk Emre bekliyor. Bacım Sultan babacığına çoktan haberi uçurmuş olmalı.
Türbenin avlusuna girer girmez, kadın bir türbedar bizi karşılıyor. Remziye Teyze. Mermer çeşmede abdest alırken yanı başımda bekliyor, hemen elindeki peçeteyi uzatıyor. Ah Tapduk Emre dedem, işte misafirlerini Remziye Teyze aracılığıyla böyle karşılıyor. Teyze bahçedeki süslü bir kabri göstererek, “Bu Mısır prensesi Tapduk Emre’yi görmek için gelmiş, yolda vefat etmiş. Tapduk Emre onun buraya gömülmesini ve ziyaretçilerin de ilk burada dua etmesini istemiş” diyor. Burada da kadınların el üstünde tutulduğunu, hizmetin kadından geldiğini görüyorum. Derin bir iç çekerek türbenin içine giriyorum. Sıra sıra dizili minderlerden yeşil kadife olanı seçip üzerine oturuyorum. İçeri girer girmez kudretin manasını tüm bedenimde hissediyorum. Bilmem ne kadar süre hatta süresizlik içinde geçen bir söyleşmeden ve halleşmeden sonra dışarıda perdelerle kapatılmış yere oturuyorum. Remziye Teyze perdenin arkasından bizi gözlüyor. “Teyze gel, müsait burası” diyorum. “Çay demledim kızım, soğumadan çağırayım dedimdi, ondan bekliyorum.” diyor. Yaptığı gözlemek değil gözetmekmiş oysa. Bir ah daha, bir vah daha çekiyorum. Gönlümün ateşi iyiden iyiye tütmeye başlıyor.

Anadolu’da fark ettiğim şeylerden biri sofranın önemi. Misafiri sofrada ağırlamak burada bir seremoni haline gelmiş. Sofranın illa ki mükellef olmasına gerek yok. Burada gözlemlediğim zaten sofranın kendiliğinden, bir şekilde o anda her ne mevcut ise onunla hazırlanması. Yani sofranın manası elde avuçta mevcut olan rızkı paylaşarak bereketi arttırmak. Bugünün sofrası da Remziye Teyzenin türbedar kulübesinde kuruluyor. Tek gözlü ahşap bekçi kulübesine ısınmak için giriyormuş teyze. “Buraya belediye elektrik bağlamadı.” diyor. İçeride küçük bir tüpün üzerinde çaydanlık kaynıyor. Kulübenin geniş penceresinin önündeki pervaza oturuyorum. Sofrada kızartılmış biber, bazlama, yoğurt ve turp var. Remziye Teyze hala çantasında sofraya koyacak bir şeyler arıyor. Sonunda bulduğu domatesi de doğrayıp sofraya koyuyor. Ailesinde yaşanan büyük bir kriz sonrası geçirdiği bunalımla belediyeye bu pozisyon için başvurduğunu ve kabul aldığını söylüyor. Bu süreçte Tapduk Emre ona kol kanat gelmiş. Az sonra soframıza bir amca yaklaşıyor. Remziye Teyzenin eşi de meğer burada türbeye bakıyormuş. Tapduk Emre’yi dedesi yerine koyduğunu, ona gelen misafirlere hizmetinin ve hürmetinin eksiksiz yerine getirilmesi gerektiğini söylüyor. “Buraya gelenlerin ben kulu kölesi olurum, onların arzuları başımın üstünde, arzuları yerine getiremezsem vay halime!” diyor. Bir seferinde oğlu Nallıhan terminalinde iki kadın ile karşılaşmış. Bu kadınlar Tapduk Emre’ye gelebilmenin yollarını soruyorlarmış. Oğlu da babasını gelen misafirlerden haberdar etmek için aradığında Yakup Amca “Hiçbir yere ayrılmayın, almaya geliyorum sizi!” diyip kilometrelerce yolu katetmiş arabasıyla ve o misafirleri kendi evinde ağırlamış. Aynı ilgi ve alakayı bize de gösteriyor. Hatta köy minibüsünde bir yolcunun bahsettiği ve ulaşımın gayet zor olduğunu belirttiği, Tapduk Emre’nin öğrencilerinden biri olan Şeyh Cafer Sadık Hazretlerini anlatmaya başlıyor. Yıllar önce türbesini yenilerken dağın başında nasıl da kumsuz, susuz kaldıklarını ve bir anda karşılarında beliren kumun suyla dolup kendi kendine karıldığını. “Evet, minibüste bahsettiler bu zattan lakin ulaşım çok zormuş” der demez. “Haydi arabam arka tarafta, sizi götüreyim. Siz istersiniz de ben yapmaz mıyım!” diyor. Sanki her an tetikte, nasıl daha iyi hizmet edebileceğini kolluyor. Ne olduğunu anlamadan kendimizi dağın eteklerinde, zirveye tırmanırken buluyoruz. Sonunda zirveye varıyoruz. Nefes kesici bir manzara var. Yakup Amca için Cafer Sadık Hazretlerinin kapısında olmak ve ona hizmet etmek çok özel. Kapısından niyazlarla giriyoruz. İki sanduka var. Biri Cafer Sadık Hazretlerine biri de Rahim Baba’ya ait. “Bu iki sanduka arasında uykuya dalanlar teslim olabilenler” diyor, “rüyalarında buluşuyorlar onlarla. Uykuya dalamayanlar da isterlerse sabaha kadar yatsınlar, bir şey çıkmaz” diyor. Yavaş yavaş iki sanduka arasına doğru yürüyüp oturuyorum. “Yakup Amca şimdi hiç burada uzanmayı denemeyeyim uykuya dalarsam dönüş vaktini kaçırırız” diyorum, gülüyoruz. Orada otururken eşimden bir fotoğraf çekmesini rica ediyorum. Yakup Amca “Orada fotoğrafa izin vermezler, daha önce bunlara çok inanmayan biri üst üste fotoğraf çekti ama hepsi karanlık çıktı, yandı.” diyor. Hemen telefondaki fotoğrafa bakıyoruz, yanmamış. “Demek izin vermiş baba diyor.” Çıkarken “Benim vasiyetim, vefat edince bedenimin bu kapının önüne gömülmesi. Böylece Cafer Sadık Dedemi sevenler benim üzerime basıp öyle çıkabililer huzuruna” diyor. Gözleri dolu dolu oluyor.

Burada her sene şenlik yapılıyor, dualar okunuyor, lokmalar yeniliyormuş. Bir sonraki şenliğe katılabilmek niyetiyle oradan ayrılıyor ve Tapduk Emre türbesine geri dönüyoruz.

“Sabah sizin geldiğinizi görünce apar topar minderlerin kılıfını dikip koymuştum.” diyor Remziye Teyze. Ah o yeşil kadife minderin beni nasıl ağırladığını bir bilse. “Bu saatte Nallıhan’a otobüs de araba da geçmez zor olur, olmazsa ben bırakayım sizi.” diyor Yakup Amca. “Ben sizi mağdur edersem Allah da beni nasıl biliyorsa öyle yapsın” diyor. O anda yola doğru inen bir araba görüyoruz, Remziye Teyze hemen el edip durduruyor arabayı. Nasılsa kendimizi birden arabanın içinde Nallıhan’a doğru dönerken buluyoruz. Yağmur çiselemeye başlıyor. İki yanımızdaki ovanın yeşili gözlerimizi alıyor, dağlar kızıl bir şarap gibi kaynıyor ve buralara ayak basmış nice taliplilere bu badeyi sunarak onları sarhoş etmeye devam ediyor.

Nallıhan’da iniyoruz. Bacalardan tüten dumanın, şehrin bağrında dinlendirdiği ariflerin kokusu şu üç günde üzerimize öyle bir siniyor ki her yerimiz dualanıyor. Ceplerimizde ardıç ağaçlarının çekirdekleri, Bacım Sultan’ın kuyusundan bir şişe su ve kulağımızda Yakup Amca’nın sözleriyle Nallıhan’a şimdilik veda ediyoruz.

İşte Anadolu kapılarını bize böyle açıyor.

Recep Ayı

Neye rağbet halindeysen ona hamilesin. Rağbet edilen rahme düşer, rağbette gösterilen çaba da rahme atılan bu arzu tohumunun büyümesini sağlar.

Mircea Eliade (the sacred and the profane-kutsal ve profan) adlı kitabında şunları söyler: Kutsalın yapılabilecek ilk muhtemel tanımı dünyeviden (profan) farklı olmasıdır. Kutsal kendini dünyeviden farklı şekilde dışa vurduğu zaman insan onun farkına varır. Kutsalın kendini açığa çıkarma eylemini tanımlamak için bir kavram buldum; hierophany (kutsalın ifşası). Bu kutsal gerçeklerin dışavurumudur. Bir ağaca ve taşa gösterilen saygı ona tapınmaktan değil kendileri kutsalı ifşa edip vücuda getirdikleri içindir; artık onlar bir ağaç ve taş değil kutsallığın kendisidir.


Kendilerine yüzyıllardır kutsal bir değer atfedilen zamanların potansiyel olarak yüklü zamanlar olduğuna inanırım. Belli bir gelenek bağlamında gerçekleştirilen pratikler ve bu pratikler etrafında topluluk oluşturan (fiziksel ya da duygusal) insanların yaşadığı tecrübeler, kutsalın alanının hediyelerini gözler önüne seriyor. İnsanoğlunun dinmek bilmeyen kutsala tekrar kavuşma özlemi ve çabası sayesinde, elde olan imkânlarla kutsalı ağırlayacak mekanlar ve alanlar inşa ediliyor. Bu alanlar, insan psişesi için sembolik bir kap görevini görüyor ve bu kabın içinde kendini bir geleneğin parçası olarak “ait” hisseden kişi, desteklendiğini hissettiği için kutsalla ilişkisine ket vuran dirençlerini en azından alanda olduğu sürece asgariye indirebiliyor ve zaten kendisinde misafir ettiği güçle tekrar karşılaşıp hatırlayış anlarının keyfine varıyor.

Oluşan sembolik kabın burada önemli bir işlevi var şayet insanın kendiyle ve dış dünyayla etkileşiminde sembollerin rolü çok büyük. Carl Jung’a göre insanın dili sembollerle yüklüdür; işaretler ve imgeler de bu dile dâhildir. Man and his symbols kitabında Jung bu noktayı şöyle açıklamıştır “ İnsan anlayışının ve kavrayışının ötesinde sayısız şeyler olduğu için biz daima tanımlayamadığımız ve tamamen anlayamadığımız konseptleri temsil edecek sembolik kavramlar kullanırız. Tüm dinlerin sembolik dil ve imge kullanma sebeplerinden birisi de budur.” (Man and his symbols, 21)

Bu yüzden kutsalın hatırlandığı ve bu hatırlayış için belli ritüellerin ve geleneklerin uygulandığı alanlar, sembolik manada güçlü bir etkiye sahiptir. Zihnimizin ötesindeki o bilinmez (bilinip de unutulmuş olan o) alana dokunma şansını verir bu alanlar bize.  

Diğer dinlerde ve kadim geleneklerde olduğu gibi İslam dünyasında da kutsalla karşılaşma alanları olarak belli günler ve süreçler vardır. Büyük önemi olan üç aylar da bunlardan biridir. Recep, Şaban ve nihayetinde Ramazan ayları bir bütün olarak insanı sembolik bir yolculuktan geçirir. Diğer aylarda odak noktası dünyevide (profanda) olanlar bu sembolik alanın yardımıyla yüzlerini kutsala ve kutsalın yansımalarına çevirir (burada dünyalık ve maneviyat ayrımı yapmaktan ziyade dünyada olanların da kutsal bir bakış açısıyla değerlendirimesi ve madde âlemini kutsal bir yolla tecrübe etmekten bahsediyorum) İnsanda belli bir bilinç oluşması için bu yolcunun üç kapıdan geçtiğini hayal edelim. Niyet, rıza ve şahitlik. Recep ayını niyetle, Şaban ayını rıza ile Ramazan ayını ise şahitlikle sembolik manada okuyacağım şayet bahsettiğimiz gibi semboller bizi görünenin ardındaki manalara götürür. Yazıma Recep ayında “niyet” kapısında derinleşerek devam edeceğim. Şaban ve Ramazan aylarını kısmetse rıza ve şahitlik kapılarıyla ayrı bir yazıda ele alacağım. 

Kalbe doğru giden bir yolculuğa başlamadan önce niyet edilir. İslamiyet’te niyete verilen değer büyüktür. Bu konuyla ilgili bir hadis bile vardır “Yapılan işler niyetlere göre değerlenir.” Bunun iç manalarından biri şudur: Edilen niyet aslında kişinin o anda nerede durduğunu, içinde neyin canlı olduğunu ve bu canlı olan durumun ne yöne doğru akmak istediğini fark etmesine yarar. Çünkü niyet etme esnasında kişi kendisiyle içsel bir konuşmadadır, tıpkı duada olduğu gibi. Arzularının farkına varan kişi, bu bilinçle kendisiyle dua halinde olan kişidir. Ne istediğini bilmek aslında ne durumda olduğunu tasdik etmek ve hâlihazırdaki durumdan kaçmak yerine onun içinde oturmaya kabul vermek gönüllüğüdür.

Niyet kapısının açtığı bu alan bağlamında Recep kelimesinin manalarına bakalım. Tercip masdarından türetilen bu kelime ilk etapta “saygı” anlamını verir. Bayezid Yahya bin Ziyad Ferra’dan naklen:

-Bu aya Recep adının verilmesinin sebebi şudur ki bu ayda Araplar, hurmaları bol ağaçlara destek verirler. Kökünden dalına kadar ağaçları bağlarlar ki rüzgar onları sallayıp meyvelerini düşürmesin.

Reccebtün-nahle (hurmaya destek verdim) tabiri de bu bağlamda kullanılırmış.

Bir de tercib kelimesi var ki o da hurmanın meyve dalları eğildiği zaman yere düşmemesi için ona verilen desteğe verilen addır.

Recep ayının manası şimdi daha da hissedilmeye başlıyor. Burada bahsedilen saygıyı ben insanın kendi özüne duyduğu saygı olarak anlıyorum. Bu noktada Şeyh Galib aramıza katılıyor:

 Hoşça bak zatına kim zübde-i alemsin sen 
 Merd
üm-i dide-i ekvan olan ademsin sen

 Kendine bir hoşça bak; sen âlemin özüsün; varlıkların gözbebeği olan insansın

Şayet Azhab suresi 72. Ayetin bir bölümünde de “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korkuya kapıldılar. Onu insan yüklendi.” demektedir.

O halde böyle değerli bir emaneti taşıyan her birimiz birer hurma ağacı değil miyiz? Gönlümüzdeki hurmaları nasıl büyütüp kolluyoruz ve etrafımızdakilerle paylaşıyoruz? 

Dallarımız hediyeleriyle ağırlaşıp yüzünü yere doğru eğdikçe, meyvelerimizi heba etmemek için neler yapıyoruz? Kendi içimize döndükçe zaman zaman bize misafir gelen bu ağırlık hissinin aslında meyvelerimizin olgunlaştığının bir habercisi olduğunun farkında mıyız?

İşte Recep ayında kendimize sorabileceğimiz kıymetli sorular.

Islak İmzalı Şiir

 

Sen karıncaları ezersen bana gelmek için mesaiden sonra
Zil takarız ayakkaplarına, Mahmudpaşa’da toptancı var halden anlayan
Sen zil taktığında ayakkaplarına, kalaşnikoflar sağır olur
Dünyadaki tüm kadınlar kendisini emzirmeye başlar

Karıncalar seni öperse belki de havaalanlarına ipotek koyarlar
Ne var ne yok alıp götürürler valizlerde taşıdığımız, valizlere doldurup taşırdığımız
-kendimiz hariç
O zaman bir gün Allahuekber’i de detektörle aratınca
abdesti bozulmaz iskeledeki güvenliğin

Kabuğu çatlamış kaplumbağa yangından kaçarsa belki de
Sahiden de “ne kadar neoliberaliz darling” demek haram değildir sana, kefaretini ödersin
Ya iftarda uçağın kanadından özür dilersin ya da geminin güvertesinden
-kendin hariç

Ben ki bombaları eziyorsam 38 numara çarıklarım altında her mesaiden sonra
Sana gelmek için sevgili
Bil ki
1) Zilleri veresiye almışımdır
2) Ekmek teknesini siyah takım elbiseli adamlar almıştır
3) Mesai saatlerine uymayanlar sabahları omzumdan dürterek beni kaldırmıştır
Bu maddelerin hiçbiri geçerli sayılmaz
Sözleşmemin altında başkanın imzası kurumadan
Zaten bir türlü can vermeyi de beceremedik ıslak imzasız
-ölmek hariç

Salçalı Şiirler

 

yoğun bir muhabbet kuşu kokusu sinmiş bileklerindeki çizgilere

ötesini bilmiyorum faniliğime ver

salça bulaşığı ılık ve henüz pul pul atmamış

ayaklarına düşmüş çekirdekler gibi kuru sarsamış

karasinek konmuş batık tırnağına

ellerini ovuşturuyor her daim

güzel bir gün olacak belli diyor, korkuyorum

ötesini bilmiyorum faniliğime ver

umut edenler çürürdü hani

hani gök ağarırken safi içini dökemezdin mavinin alına alın moruna

inanamamıştım zaten hiçbir vakit

karasineğin haksız çıkabileceğine

halbuki şimdi kirpiklerim kıvrılıp düşüyor tek tek ağır nazarı

bileklerindeki kuşlar çoktan havalanmış

kanatlarındaki salçalar demlenir rüzgarla her dolduklarında keten keseleri

mavisi ala alı mora dönmüş semanın

biz çırpındıkça demlenmek bir yana ıslak avuçlarımızdaki domatların

çürükleriyle muhataptık daim

burnun uyuşurdu kokusu ele verecek diye hissedemezdin çünkü

ötesini bilmiyorum faniliğime ver

faniler salça sıkmasına sıkarlar amma

Allahtır onu ekmeküstü süren

üzerinde kekik ve bir dal fesleğen

aklında biber ve patlıcan çizme tasavvuru

ol karnımızı doyurmak için

kışa

ötesini bilmiyorum faniliğime ver

***

keşke okumaklığını bileydik

babanne telvelerinde sivrilen geyik boynuzlarının

ve tavus kuşlarının toza bulanmış kuyruklarındaki renklerin

ne demeye olduklarını

ki fincanda iki küçük şeker hapının tadımı olan gururumuzu

ocağa taşan köpüğün kaymağında kurumaya

bırakmayaydık

Gururum kendime azar çekemediğinin iç patılması

boy boy cam şişeler ve teneke kapakları

Varlık olabilme umudum gururum

çamurlu pantolonum bacağı sökülmüş iplik iplik lacivert

Varlığa karışarak hiçleşme umudum

kadife çiçeklerin haşeresini toplarken

kendimde tükenerek gidermeyi umduğum

keşke okumaklığını bileydik

ütopya olduğunu, umursamazlığa iz düşümünü sabrın

bilinçle işlenen günahların “şuur olsa yanlış olur mu hiç” gülmekliğini bileydik

keşke okumaklığını bileydik

babannelerin telvelerinde sivrilen geyiklerin boynuzlarının

ve tavus kuşlarının uzun kuyruklarındaki renklerin ne demeye olduklarını

ki yosunlara sarıp sarmalanmış kurbağaların okunmuş suyuyla sulanmış da

kına kokmuş bir kasa ezik domates gururumuzu

henüz karılmamış ve dile çalınmamış kurumaya bırakaydık

Gururum kendime azar çekemediğinin iç patılması

boy boy cam şişeler ve teneke kapakları

tırnaklarını demir makasla kesmez sev diyeceğin

eğer ellerin  bir dem salça sıkmadıysa

henüz karılmamış

ve dile çalınmamış

keşke okumaklığını bilmeyeydik de tomatinin çekirdeğini

Hale dillendireydik.

Künümden Oy Künümden

Süleyman tapınaklarının çatısı sedirdendir oy sedirden
rüyaya yatar şehrin fahişeleri kulak memelerinde mey-
veler mücevherdendir oy mücevher, gel ov baldırımı yağ ilen
Sonra güreşe tutuşayım o tanrı ila ki ahlakına mey-
il eden Süleyman tapınaklarının çatısı sedirinden oy sedirinden

Kürek sallarım senelerdir simimi tarumar eden  tufan  neden
Buzul çağını bitirir mi aramızda süren utansam bir nebz
ya da takılıp kalsın kemiği boğazımda  bizim uğrumuza bıçak yiyen
boğanın ki kanını içmemek dağa çıkartır da yüzün baştanbaşa sebz
Süleyman tapınaklarının çatısı sedirdendir oy sedirden

Ak güvercin uçup da dönmezse insan inebilirmiş anca yeryüzüne
topuklarıma yaş topukların basmadıktan beri neyleyeyim ölmemekliği
gemim elma sapından, dümenim çöpünden, kaçmasın çorabım  tut elimden
silahlarımızı hazır eylerken başımız gürül gürül esrik
Süleyman tapınaklarının çatısı sedirdendir oy sedirden

Kestikten sonra sedirleri yüklenelim sırtımıza acele
bir avuç su dök başımdan aşağı derin sulara dal çek kopar dişlerinle
kün
yosununu
da,
sür boynumdaki kara beççeye, gerdanıma, parmak aralarıma
bırak dökülsün saçların omuzlarıma.

Melekler Kaf dağının ardına taşımadan bizi
ejderha ol, dolan boynuma, kurut beni
künümden oy künümden.

Rıza Üzerine

Allah senden razı olsun derler ve bazen şu cevap gelir: Sen Allah’tan razı mısın? Rızayı çoğu zaman karşı taraftan/ötekinden devşirme eğilimimiz var. Zaten o benden razı olunca işler kolaylaşıyor ve ben de otomatik olarak razı oluyorum. Ya karşı taraf benden razı olmadığında ya da bununla ilgili herhangi bir meselesi yoksa ne yapacağım?

Birinden razı olmak çok katmanlı bir mesele. Haydi açmaya çalışalım olduğu kadar.

Birinci katman: ben. Ben kendimden razı mıyım? Tam da şu anda, olduğum hâl ile, hissetiklerimle, bu bedenin içinde ve olduğu şekilde, dokusuyla, kokusuyla, tadıyla, duruşuyla, ondan razı mıyım? Bir bütün olarak kendimden ne kadar razıyım? Kendinden razı olan içsel huzurdadır yani selamettedir. Selam, yani barış, onun üzerinedir. Onun üzerinden de ilişkide olduğu tüm varlıkların üzerine akar. Kendine olduğun halinle kabul vermek demek üzerinde çalışarak dönüştürmek istediğin kusurlarını görmezden gelmek değil. Burayı karıştırmamalı. Bir şeyin dönüşmesi için önce şefkatle haneye buyur edilmesi gerekir yoksa direnç gelişir. Direnç olan yerde rıza olmaz, zorlama olur. İnsan kendi kendinin amansız yargıcı ve acımasız celladı kesilir.

Kendimden razılığın temel pratiği şahitlik. Bedenime ve duygularıma, onları yargılamadan, müdahale etmeden, bir kuş bakışıyla Tanrı’nın penceresinden bakar gibi bakabiliyor muyum? Bir bebeği incitmekten korkar gibi, nazikçe, şefkatle ve sevgiyle, sadece ama sadece onu görüp duyabiliyor muyum?

Mesele şahitlikle de bitmiyor. Şahitlik anında ve şahitlikten sonra yükselenleri isimlendirmeden onlarla, oldukları hâl üzere durmayı deniyor muyum? Yani bende açılanların bilinmezliğinde oturabiliyor muyum? Müdahale etmeden? Evet ise, işte bu rıza. Olanı biteni kontrol etme çabasını elden bırakmak. Yani her ne olup bitiyorsa ona güvenebilme cesaretini gösterebilmek. Bu tür güven, kutsalın eliyle açılanlara da iman. Bu iman yoksa, rıza da yok.

O ele iman edenler, kutsalın eli hâline geliyorlar. Yani hiç pasif bir yerde değiller. Olup biten her şeyin tam da göbeğinde bilerek ve isteyerek duruyorlar ve dahası bir şeylerin olup bitmesi için gereken alan haline geliyorlar, onlara meydan oluyorlar, beden oluyorlar, nefes oluyorlar. Bu zannettiğimizden daha da aktif bir hâl.

Rızanın ikinci katmanı: etrafımda olup bitenler. Her an açılıp kapananları yine şahitliğin yargısız gözleriyle buyur etmek. Ve olan bitenleri, bize iyi hissettiren ve kötü hissettiren olayları birbirinden ayırmadan, aynı cömertlik ve misafi rperverlikle ağırlamaya çalışmak. İkramlarımızı sunmak. Birine daha çok tutunmak demek, orada bağımlılık geliştirmek demek. Rızada asıl olan şey, gelip geçen olaylarla bağlarımızı çözebilmektir. Olup bitenin etkisi altında kalmadan, oradan oraya savrulmadan içlerinde oturabilmek. Köklerimize tutunabilmek fırtınalar koparken. Gölün içindeki nilüfer sakinliğinde oturabilmek. Sadece oturmak, misafirlerimizle. Bu onlara sunabileceğimiz en leziz ikramlardan biri; sadece ama sadece onlarla oturmak.

İkinci adım da, “Şahitlik ettiklerim rehberliğinde şu anda burada ne olmak istiyor ki onun eli olayım?” sorusunu kendimize sormak. Cevapları hemen almak güdüsüyle değil. Belki de soruyu alana bırakmak ve bir adım geri çekilmek. Soruyla nefes alıp vermek. Derinden dinlemek yükselecek cevapları. Bu, olup bitenlere tepkisel bir yerden cevap vermemizi önlüyor. Aldığımız cevap eğer “Şimdi harekete geç!”, “Sınırlarını koru!”, “Başka bir olasılığın olduğunu göster!” ise yine olabildiğince yargısız bir yerden bunları tevazuyla fakat netlikle gerçekleştirmeye çaba göstermek. Üzerine misyon yüklenmiş bir süper kahraman gibi davranmayı bir kenara bırakmak. Anın bilgeliğine kanallık edenlerin en büyük erdemi tevazuları ve sadelikleri.

Rızanın üçüncü katmanı: etrafımdaki insanlara rıza göstermek. Onlardan bana açılan her ne varsa bunları öncelikle kişiselleştirmemek. Sağlıklı ego, olmakta olana şahitlik eder ve o duruma herkesin hayrına olacak en uygun yanıtı yine tevazu ve basitlik çerçevesinde bulur. Sağlıksız ego, bir şeyleri üstüne alınır, dramatize eder, karşı tarafın kendisine projekte ettiği şeyin ya içine girip merkezinden savrulur ya da bu projeksiyona aşırı tepki göstererek kendi haklılığını savunurken yine merkezinden savrulur. Etrafımdaki insanlara rıza göstermek demek onları körü körüne kabul etmek

ve kendimi bir şeylere maruz bırakmak demek değil. Etki-tepki ve savunma mekanizmalarını bir kenara bırakıp, bağlardan özgürleşebildiğimiz bir alanda birbirimizdeki kutsalı görme çabası. Hele ki en yakınlarımızın kutsalın bize özel olarak dönük yüzü olduğunu keşfetme heyecanı ve merakı içinde olarak.

Lacan Yok Yere Âşık Olursa;  Hayâlî Bey Dîvanı’nın Vuslat İzleğinde Psikanalitik Tahlili

Bilinçaltı olarak Divan dili; Lacan ve Göstergeler

Vuslat gibi bir hayalin işleneceği bu makalede batı humanizminin temel bakış açısı olan bilinç, akıl ve irade üçgeninden bir okumaya niyetlenmediğim için, kimlik ve  eğilimler hakkında bilinçaltı üzerinden bir bakış açışı yakalamaya çalışacağım. Şüphesiz ki Hayali Bey’in çocukluk travmalarından ziyade, psikanalitik okumamın özünü oluştaracak şey, Lacan’ın öne sürdüğü bilinçaltının (unconscious) meydana geliş sürecinin “dil”in oluşuma paralel olması gerçeğidir. Divan şiirini başlı başına kendine has bir dil olarak düşündüğümüzde, bu dilin genel karakterlerinden biri sıkı sıkıya örgülenmiş ritmi ve mecaz,sembol ve ad aktarımları üzerine kurulu yapısı olacaktır. Aynı şekilde, Freud’a göre bilinçaltı iki ana aşamadan geçmektedir; yoğunlaşma(condensation) ve yer değiştirme (displacement). Bu iki evrenin birer dilbilimsel fenomen olduğu düşünülürse, divan şiirinin belirttiğimiz mecazi özelliği anlamın yoğunlaştırılmasına (condensation) ve ad aktarımı da anlamın yer değiştirip aktarılmasına (displacement) yol açmaktadır. Böylece,  dil ve bilinçaltının el ele yürüdüğü ya da birbirlerinden ayrılmadıklarının tam da bu noktada anlaşılmasıyla, divanın da bilinçaltını kendine özgü bir dille ve sembollerle dışa vuran bir varlık olarak ele alınması yerinde olacaktır.

Lacan yok yere aşık oluyor;  “öteki” ve “yokluk” üzerinden konumlanan aşıklık

  Hayali Bey Divanı’nda geçen vuslat fikrini analiz- ya da vuslat fikrine istinaden sentez,  veyahut her ikisi- ederken karşılaştığım ilk temel mesele, bu kelimenin kavuşma anlamını verse de divandaki çoğu beyitte hicran fikri ile neredeyse omuz omuza ya da el ele gitmesi, iç içe geçmesi ya da hicranın vuslata yeğlenmesi durumuydu. Anlamın bu şekilde kaygan olması, sabitlenememesi ya da çelişkili halde bulunması, Lacan ile yoluma devam etmem gerektiği fikrini verdi bana.  Saussure’nın bir dilde gösteren ve gösterilen olduğu fikrine Lacan’ın dilde sadece gösterenlerin olduğu çünkü bir gösterenin bir gerçeği tamamen işaret edemeyeceği düşüncesiyle karşı çıkması, Hayali bey divanındaki vuslat fikrinin bu şekilde çelişkili, gevşek ve merkezi bir anlama bağlılıktan çok uzak oluşunu açıklar nitelikteydi. Dahası ve belki de benim için en zihin açıcı olan tarafı ise, bilinçaltımızı oluşturan tutkuların, isteklerin ve imgelerin birer gösterge olarak dilde zuhur etmesi için, “başka bir gösterge olmadığı”  noktasıdır. Onu gösterge haline getiren şey, diğer gösterge olmamasıdır. Tam da bu noktada, vuslat fikrinin neden başlı başına sevgiliye kavuşmak şeklinde tezahür etmediği açık bir şekilde anlaşılmış olur. Çünkü sevgiliye âşık olma ve birlenme arzusunun, aşığın âşıklık kimliğini ortaya koyabilmesi için hicranda kalmak zorundadır.

Firak ateşi hakkı ümidüm oldur kim

Müyesser olmaya vaslun ölem gidem âşık G6-2 (s.228)

beyitinin açıkça temsil ettiği gibi sevgilinin, aşığın kimliğinden ayrı, “öteki” gösterge olarak uzakta durması, onun arzulanabilir hale gelmesi ve aşığın kendini âşık olarak tanımlayabilmesi için zaruridir. Âşık, sevgilinin kendisi olmadığı için âşıktır. Böylece âşık, sevgiliyle hem soyut hem de somut olarak birleşip,”o” haline gelmeyerek ayrılığı, benliğini koruyan bir kalkan olarak, kavuşmaya yeğlemektedir. Bu eğilim de divandaki çoğu beyitte geçen hicrana ve hicranın aşıklığa katkısı açısından vurgusuna;

Fürkatün andum dil i şeydaya düşdü ıztırab

Yad-ı  vaslunla yine divaneyi şad eyledüm

Ey hayali vuslat-ı dilber ne maksudum benum

Hamdülillah kendümi hicrana mutad eyledümG2-3 (s.271)

melâmet fikrine;

Vasl ile yar olmazuz hecrün kulu kurbanıyuz

Biz melamet ehliyüz na-kamlıkdur kamumuzG12-4 (s.200)

ve aşk acısından dolayı acı çekme durumunun olumlanmasına;

Ergürmege firak şebin subh-u vuslata

Peykan ı tirün oldu bana şule-dar şem G2-3 (s.220)

temel bir sebep oluşturur niteliktedir.

Lacan aşk acısıyla olgunlaşırsa; Aşığın geçtiği  merhaleler; Lacan ve real, the imaginary ve symbolic

Vuslatın aşıklık hali için yokluk üzerinden verilmesinin,  ötekinin yaratılması yoluyla ortaya çıkan ulaşılmazlık halinin verdiği yokluk ve eksliklik hissiyle aşıklık kimliğini oluşturduğunu belirttikten sonra, hicran yani ayrılığın getirdiği “yokluk” fikrinin beyitlere bu şekilde yansımasının ikinci sebebi üzerinde durmaya çalışacağım. Lacan’a ve Freud’a göre, bir bebeğin yetişkin bir kimliğe ulaşabilmesi ve olgunlaşması için (ki aşığın vuslata erişebilmesi için olgun hale gelme gerekliliği fikrini hatırlatır) “real”,  “the Imaginary” ve “the symbolic” olmak üzere üç ana merhaleden geçmesi gerekir. Yokluk halinin aşık kimliğini oluşturma fikrinin çekirdekleri “real” aşamasındadır. Bu aşamada bebek, annesiyle mükemmel bir birlik içindedir. Yani “vuslatın” vücuda gelmiş şekli, bu aşamada tamlık ve bütünlük hisleriyle mümkün olmuştur. Hiçbir şekilde eksiklik hissinin olmadığı bu durumda, dilin de henüz kullanılmaması tesadüfî değildir. Lacan’a göre, arzu edilen obje kaybedildiğinde kelimelere ihtiyaç duyulur. Burada, divan şiir dilinin bir beden ya da bilinçaltı gibi kullanıldığı düşünülürse, sevgilinin neden ulaşılamaz olarak konumlandırıldığı da aydınlanmış olur. Arzu ettiğiyle bütünlük haline ulaşamayan şair, bu eksikliği dil ve kelimeler yoluyla dışa vurmuş ve böylece divanlar vücuda gelmiştir. Sonuç olarak Hayali divanında işlenen vuslat düşüncesinin yanı başındaki hicran, firkat, firak kelimeleriyle sembolize edilen “eksiklik” hissi, anneden ve herşeyin bir olduğu o âlemden ayrılan çocuğun tecrübe ettiği kaybetme durumuyla “olgunlaşması”ndan başka bir şey değildir. Bir kez anne vücudundan, doğal olandan yani “real” konumundan ayrıldıktan sonra, bir daha geri dönüş yoktur.  Buradaki olgunlaşmanın, arzulanan ve ulaşılamaz olan “öteki” durumundaki sevgilinin (ki bu çocuğunun hayatındaki en önemli öteki olarak annedir fakat baba tarafından hadım edilme korkusuyla bu arzu muhakkak anneden sevgiliye projekte edilmiştir)  âşıklık kimliğine işaret ettiğini bir kez daha belirtmekte yarar vardır. Dahası, geri dönüşü olmayan bir birlik için çırpınan ama bilinçdışı olarak geriye dönemeyeceğinin bilinciyle “symbolic” alanda ayrılığa tutunmaya çalışan bir âşıklığa işaret ettiğini tüm bu bilgiler ışığında görmüş oluruz. Aşık artık dilin alanına girmiş, derdini anlatmaya başlamıştır. Çünkü kaybettiği birliğe benzer bir bütünlük durumunu,  sembolik alanda kültüre konuşan bir birey olarak dâhil olan aşık, etrafına kelimeleri demirleyen dilin merkezinde bulmuştur.

Lacan ve Freud âşık olursa; psikanalitik açıdan Hayali Bey divanınındaki vuslat fikrinin incelenmesi

Peygamber Kıssaları ve Mitolojik Karakterler İzleğinde Vuslat

G18-2 (s.307)     Vuslat-ı Leylayi Mecnun neylesün çün buldu kam

                              Vech-i Leyladan tecelli eyleyen envardan

Leyla’ya kavuşmayı neylesin Mecnun, Leyla’dan tecelli eyleyen nurların tadını almışken ayrılığında?

Bu beyitte ilk bakışta dikkatimi çeken “tecelli” kelimesinden analize başlayacak olursam, tecelli etmek genel itibariyle tasavvuf terminolojisinde çok sık kullanılan bir kelime olmakla birlikte, Allah’ın güzelliğinin yarattıklarında zuhur etmesi anlamını verir. Çünkü mistik inanca göre, her yaratılan yaratıcının nurunu içinde taşımakta ve O’na, varlık âlemine tekrar dönebilmek için kalbinde iştiyak taşımaktadır. Bu eğilim evrenseldir. Kesretten varlığa, parçalanmışlıktan bütüne varma eğilimi. Makalenin giriş kısmında belirttiğimiz insanın “real” durumuna, yani anne ile yakaladığı bütünlüğe dönme isteğinin bir yansımasını bu tasavvufi eğilimde yakalamak mümkündür. Mistik inançta Allah’ın nuru olarak verilen bu birlik halinin tezahürü, divan edebiyatında aya ve güneşe benzemesi ve parlaklığı itibariyle sevgilinin yüzüyle sembolize edilmektedir. İnsanın bilhassa psikolojik olarak aydınlığa duyduğu arzu, iştiyak ve yakınlık aşığın sevgiliye olan eğilimini gösterir niteliktedir. Bu beyitte de ilk olarak mistik bir okuma yapacak olursak, Leyla’nın mecazi ve dünyevi aşkının ilahi aşka bir köprü işlevi görmesi, sevgilinin yokluğunda çekilen acıyla birlikte aşığın hamlıktan olgunluğa geçmesi (annenin öteki olduğunun farkına varan çocuğun yaşadığı travma ve ayrılık hissiyle birlikte bir birey olmasına istinaden), benliğini ızdırap ateşinde yok etmesiyle Allah’ın kemaline, nur şeklinde vasıl olur. Yukarıdaki beyitte de âşık kavuşmayı amaçlamamaktadır şayet o, Leyla’nın maddi olarak varlığından değil, varlığından ya da özel olarak yüzünden tecelli eden Allah aşkından tat almaktadır. Sevgilinin yüzü, Allah’ın tecelligahıdır ne de olsa. Psikanalitik olarak da bu fikri destekleyecek olursak, Leyla’dan ayrılarak (anneden, arzu nesnesinden ayrılarak) Leyla’yı “öteki” gösterge olan ötekilemiş ve kendi kimliğini bu öteki imajının üzerine projekte etmiştir. Çünkü aşık, hicranda aşıklık kimliğini oluşturmakta ve koruyabilmektedir. The Imaginary aşamasında aynaya bakan çocuğun yansımasıyla öteki insanları karşılaştırarak bir “benlik” ve “ego” bilinci oluşturması ve anneden ayrı olduğunu idrak etmesine istinaden, tecelli kelimesinin yansıma anlamına dayanarak, aşığın sevgiliden tecelli eden nuru, aşığın kendisini “ben” olarak algıladığı yansımasından başka bir şey değildir. Aynadaki yansımasından tat alır, çünkü âşıklık sıfatını güçlendiren bir ayrılık vurgusunu içerir ayna; ötekileri daha da kendinden ayıran “ben”i yaratarak.

G83-2(s.384)  Visali hanına Şirinün oldu gam yemesün 

                           Demi ile dide-i Ferhad lale-gün kase 

-Şirin’in sofrasına kavuştu Ferhad’ın gözleri lale rengi kâseleriyle, artık üzülmesin dertlenmesin.

Ferhat ve Şirin hikayesi,  iki kahraman arasında vuslatın gerçekleşmemesi açısından psikanalitik yorumlamamızın, kaybetme ve yokluk aracılığıyla konuşan birey haline gelme ve kimlik kazanma bağlamında değerlidir. Beyitteki sofra ve sofraya istinaden kâse hayali de, vuslat bağlamında nimetlerin toplandığı ve genellikle aşıkların bu nimetlerden yoksun kalmasına telmihen önemlidir. Şayet Ferhat bu örnekte sofraya kavuşmuştur. Lakin sofraya kavuşan Ferhat değil, Ferhat’ın gözlerinin ta kendisidir. Aşığın gözlerinin özellikle lale rengi, yani kırmızı olarak tanımlanması, üstüne üstlük lalenin ortasındaki siyahlıkla birlikte çekilen gamın ve acının verilmesi aşıklık hallerinin tasavvuru açısından vuslat fikrine dayanmaktadır. Öyle ki Şirin’in şirin olan, o tatlı dudaklarının kırmızılığını yansıtan, karşılığında aşığın kırmızıya boyanmış gözleridir. Dudağın birliğin mekanı olması açısından varılacak son yer olması itibariyle vuslat için merkezi konumda olduğu bir gerçektir. Birlik haline dönmek için bu dudaklarla birleşmek isteyen aşığın, gönüle, sevgilinin mekanına yol olan gözlerinden kırmızı yaşlar dökmesi ve aşığın ağlamaktan gözlerinin çanağa dönmesi, anne ile olan birlik durumuna ve arzulanan nesneye ulaşamamanın verdiği travmatik durumun dışa vurumlarıdır. Aşığın üzülmesine, dertlenmesine gerek kalmamıştır. Çünkü, bu ayrılık sayesinde, arzu ettiği öteki üzerinden bir kez daha aşıklığını vurgulamıştır.

Pazar ve Alışveriş İzleğinde Vuslat

K14-22 (s.44) Bana vaslun metaın satmag içn nakd-i can aldı

                         Ser-i zülfün nigara kimden ögrendi bu dolanı

-Ey resim gibi çizilmiş, put gibi güzel olan sevgili! Zülfünün ucu benden kavuşma karşılığında canımı aldı, kimden öğrendi bu hile, dolanı?

Bu beyitteki söylemin, zülf ve aşık üzerindeki etkileri üzerine kurgulandığı düşünülürse ilk etapta zülfün neyi sembolize ettiğini anlamakta fayda olacaktır. Şayet sevgilinin saçı siyah ve karışık olması itibariyle kesreti ve ayrılığı sembolize etmektedir. Dahası, beyitte ifade edilen zülfün ucu genelde kıvrık olduğu için aşıkların gönlüne takılır ve bu çengelle gönülleri kendisine çeker. Can alma meselesine istinaden, saç aşıkların boynuna dolanır ve onların dar ağacına çekmek surette asılmasına sebep olur. Bu yüzden, kesreti işaretleyen saçların örttüğü (nigara kelimesinin put anlamı bize kafirlik fikrini vermek, kafirlik fikrinin verdiği gizleme ve örtme anlamlarıyla birlikte saçın gizleme işlevi güçlenmektedir) muhtemel olan, birliğin ve tecellinin mekanı olan o yüzü görmek imkansızdır ki saç birliği vuslat için aşığa koşullar koymakta, ondan en değerli varlığını talep etmekte, canını almaktadır ki yüzü daha fazla gizlemesin karanlığında. Saçın bu hilekarlığını ve kurnaz tüccarlığını,  büyücü olması meselesine de bağlamak mümkündür.  Her ne olursa olsun, aşığın vuslata ulaşmasının tek yolu, canını vermesidir. Yani  anneye/arzu edilene/ötekiye ulaşma yolu, baba figürüne/dile/kurallara karşı çıkıp hadım olmaktan geçer. Bu beyitte hadım olma fikri, aşığın ölümüyle verilmiştir. Nasıl ki birlik mekanı olan dudağın özelliği can alıp vermesidir, aynı şekilde vuslata kavuşmanın iki yolu vardır; ya doğduğun yere dönmek, ya da hadım olarak hiçliğe, parçalanmışlığın ve kayıpların olmadığı o mutlak duruma geçmektir. Vuslatın imkanlılığı, yaşamda gerçekleşmesinin imkansızlığına bağlıdır. Ölüm de bir çeşit hicrandır ve hicran da, belirtildiği üzre, aşığı aşık yapan yegane koşullardan biridir.

M5-2 (s.72) Vuslatı hicrana satdum aldılar ikrarumı

                     Deyr-i aşkun rahibi idüm kesdiler zünnarımı

-Kavuşmayı ayrılığa sattım, aldılar onayımı. Aşk manastırının rahibiyken kestiler zünnarımı.

Bu beyitte, öncekilerde de sıklıkla vurguladığımız hicranın vuslata yeğ tutulması ve değiş tokuş edilmesi bağlamında, dikkate değer olacak bir iki noktaya değinmek yerinde olacaktır. Söylemde geçen aşk kilisesi, rahiplik ve zünnar imgelemleri, psikanalitik açıdan verdiğimiz unsurları örneklemeleri açısından kayda değerdir. Şöyle ki, hristiyanlık bir müslüman bakış açısına göre “ötekidir”. Kendini var etmek için, belli bir diyalektik içinde ikili karşıtlık olarak hristiyanlığın kullanılması bilinçaltının işlevlerinden bir tanesidir. Ayrıca, önceden aşk kilisesinin rahibi olma durumu şüphesiz, vuslat anlarına gönderme yapmaktadır, yani “real” aşamasında olan anne çocuğun birliğine. Fakat bu vuslat hicrana, yani “ben” kimliğini kazanma pahasına satılmış ve rahibin kuşağı kesilmiştir. Bu kuşağın kesilmesini, bebeğin anne ile birliğini sağlayan göbek bağının kesilmesi olarak yorumlamak, taşların yerine oturmasını sağlayacaktır. Göbek bağı kesilen bebek, hicranda kalarak, vuslatından geri gelmeyecek şekilde vazgeçmiştir. Alma, verme ve değiş tokuş meselesi de , vuslat ve hicranın yan yana durması, birbirlerinin varlıklarını gerektirmeleri ve bir madalyonun iki yüzü olmaları açısından, şiirin merkezi izleğine uygun düşmektedir.

Zülf İzleğinde Vuslat

G19-4 (s.307) Zülfünün kaçma belasından dilersen vasl-ı yar

                         Aklını bimar edübdür genc-i bimar isteyen

-Eğer sevgiliye kavuşmak istiyorsan, saçının belasından kaçma. Hastalık hazinesi isteyen, aklını hasta eder.

Sevgilinin saçının, renk ve şekil itibariyle kesrete, can almaya, hileye ve büyüye delalet ettiğinden bahsetmiştik. Böylesine bir kesret sembolünün, ilk satırda sevgili ile kavuşma fikri ile yan yana verilmesi, şüphesiz vuslat-hicran birlikteliğinin ve gerekliliğinin bir tezahürüdür. Kesrete atılmadan aşık, aşık olmaz ki vaslını dileyebilsin. Ayrılığın verdiği acıyla kendini tanımanın yanı sıra,  aşığın aşıklık gereklerinden biri de aklını feda etmesidir. Çünkü aklı olanın kendini ateşe atmayacağı, hadım olmayı göze alamayacağı, birliğe tekrar dönemeyeceğini bile bile onu arzulamayı devam etmeyeceği açıktır. Akıl, iradedir. İrade ise bilinçaltının olduğu yerde geçersiz kalır. Aşığın aşıklık halinin bilinçaltından gelen birliğe dönme arzusu olduğu varsayılırsa, iradesinin ve aklının ona yolda engeller çıkarabileceği görülebilir. Bu yüzden “hastalık hazinesi”  isteyen, hastalıkla, bu arayışın verdiği ızdırabın etkileriyle barışık olmalı, nasıl hicranı vuslata yeğ tuttuysa, hastalığı da sağlığın önüne geçirebilmelidir.  Vuslatın hazine olarak ele alınması, eğer imgesel bir bakış açısı kullanacak olursak, anne rahminin değeri, elde edilmek istenmesi, “kutuda” (womb)  saklanması itibariyle içeriğe uygun düşecektir.

Hristiyanlık ve İslamiyet; Dinler İzleğinde Vuslat

G15-3 (s.266) Kafirem ger arzu eylerse bir gün vuslatın

                         Yardan aşık heman naz-ü itab ister gönül

Kafir sevgilim eğer kavuşmayı arzu eylerse bir gün, ondan aşığın gönlü hemen naz ve azarlama ister.

Bu beyit, herhalde, acı, ızdırap, hicran ve yokluk fikriyle aşıklığını vurgulayan aşık örneğinin güzel bir temsilidir. Şayet sevgili ile buluşma durumunda bile ondan azarlama işitme isteği ve sevgiliyi kafir yani “öteki” olarak konumlandırma eğilimi, ayna aşamasından sonra kendini anneden ayıran, aynadaki görüntüyle kendini özdeşleştiren ve ayrı bir kimlik kazanan çocuğun acılı geçiş aşamasını yansıtır. Azarlama olmak zorundadır, çünkü kopmanın verdiği acıyı yaşamadan, kültürel alana ve gerçekliğe bir birey olarak geçiş imkansızdır. Bu bağlamda kültürel alana geçmek, aşığın aşıklık alanına adım atması anlamına gelmektedir. Aşığın aşıklığı, yine sevgili olmamasına, sevgiliye karışmamasına, ona sahip olmamasına koşulludur sonuç olarak.

Şarap ve Meclis; Yeme-içme bağlamında Vuslat

G61-1 (s.373) Dedüm dildara bezm-i vuslata var ahd ü-peymana

                        Dedi kim kase-i serden gerek ol bezme peymane

Sevgiliye dedim ki: kavuşma meclisine var yemin ve ant iç, dedi ki bana, başının kasesinden kadeh gerek o meclise.

Öncelikle şarap ve kadehin vuslat bağlamında açıklamasını yapacak olursak, kadeh sevgilinin dudağıyla özdeşleştirilir ki dudak birliğin/hiçliğin mekanıdır. Şarap da kırmızı rengi itibariyle, sevgilinin aşıkta yarattığı halleri ve aşkın sarhoşluğunu yansıtması açısından birlik yolunda verilen mücadeleyi gözler önüne seren temel imgelerden biridir. Ayrıca çoğu beyitte meclislerde sevgili saki olup herkese şarap dağıtırken, sofraya oturduklarında yaptığı gibi sevgiliyi es geçer, böylece ona hicran “şansını” ve aşıklık kimliğini gerçekleştirme şansını vermiş olur. Yukarıdaki örnekte ise, daha çok kendini feda etme/kurban olma bağlamında kurulmuştur vuslat. Vuslat meclisine kabul görmenin yolu, dilin ürünleri olan yemin ve anttan geçmez. Şayet yeminler dilin ürünüdür ve dil de “real” aşamasından sonra kurulmuş, yokluk durumunda ihtiyacın belirtilmesi için ortaya çıkmış bir yapıdır, birlik aşamasında yoktur, doğal değildir. Hal böyle olunca, eksikliğin olmadığı  o vuslat anında dilin olması imkansızdır. Bunun yerine bu meclise kabul görmek, başını vermekten geçer. Psikanalitik yorumun uzantısı olarak başın “aklı” ve “iradeyi” temsil ettiği düşünülürse, aşığın şartlarından birini, yani aklını kaybetmeyi ve hadım olmayı göze alma cesaretini gösterebilmek için “başın” verilmesi gerekir. Bu başın kadeh olarak kullanılması meselesi ise açıkça göstermektedir ki aklın boşalttığı yer yani hiçlik/kesret/hicran şarapla yani aşkla ve sarhoşlukla doldurulacaktır. Hicranın yok etmesinin sebebi aşka yer açmaktır. Neyin içinden aşığın nefesinin geçmesi için, şüphesiz içinin dağlanması, yakılması, yıkılması ve boşaltılması gerekmektedir.

Murabba-3 (s.76)  Kılmış idüm meclis i erbab-ı dilde kesb i hal

Mucib-i noksan imiş bildüm benüm şahum kemal

Dest-i sakiden gerekmez sagar-ı bezm-i visal

Bakduğumca nakş ı hicran gösterür her an bana

  • Gönül ehillerinin meclisinde hal edinmiştim, olgunluğum hiçliğe uymamdanmış bildim. Saki elinden kavuşma meclisinin kadehi gerekmez. Her bakış bana her an ayrılığın renklerini, hilelerini gösterir.

Şu ana kadar yapmaya çalıştığımız psikanalitik yorumlamanın belki de tüm özelliklerini tek bir vücudda toplamış bir beyitle karşı karşıyayız. Öncelikle Hayali Divanı’nında olabilecek mistik temayüller açısından burada geçen gönül ehilleri, fakr içinde yaşayan, hiçliğe ermiş insanlardır. Hiçliğe erebildikleri için içlerinde aşka yer vardır. Tıpkı kesilen başın kadeh olup şarapla dolması gibi. Bu açıdan bakıldığında, aşık böyle bir mecliste olgunluğunu ve aşıklığını varlıktan değil tam tersine noksanlıklardan ve hiçliklerden kazanmaktadır. Çünkü kaybederek ve hicranla aşıklık bilincini kazanabilmektedir. Şarap meclisinin imgeleriyle birlikte gelen sakinin yani sevgilinin elinden gelecek kadehi, dudakta birlenmeye işaret eden imgeye ihtiyacı yoktur, çünkü vuslatı düşünmemektedir, birliğe ererse, “sevgili” de olursa aşıklığını kaybedeceğini bilmektedir. Bunun adeta bir kanıtı olarak her baktığı yerde hicranı görmesi psikanalitik yorumda kullandığımız “the imaginary” safhasına istinaden dikkate değerdir. Çünkü “görme ve bakış” bağlamında çocuğun aynada kendini görmesi, anneyi bu şekilde ötekileştirmesi ve “ben”lik hissi yakalaması fikri dolayısıyla aşık da her “baktığı” yerde hicranı görerek, aynadaki yansımasını hicran olarak değerlendirmekte ve kendini hiçle ve hiçleşmeyle özdeşleştirerek aşıklığın en önemli vasıflarından birini kendine şiar edinir.

Pervane ve Şem İzleğinde Vuslat

G2-2 (s.219) Pervane şam-ı vasla budur talib olduğu

                      Gösterdi dost nakşını ayine-var şem

-Pervanenin talip olduğu kavuşma akşamıdır ki dost cismini ayna gibi parlak olan mum gösterdi.

Aşıklık vasıflarından birinin kendini/aklını/canını feda etmek ve hiçlikle kimliğini oluşturmak bağlamında ele alınan imgelerden biri de pervane ve şem ilişkisidir. Pervane şemin vuslatına ancak onun ateşinde yanarak vasıl olur. Yani hadım olarak/hiçleşerek/hicranda. Bu açıdan bakacak olursak, ayna sıfatına sahip olan mum, yanarak gönlündeki pası ve kiri silmiş, gönlünü masivadan ve sevgiliden başka herşeyden arındırmış olarak dostu yansıtma özelliğine sahip olur. Dost nakşını göstermesi bu bağlamda kıymetlidir çünkü üzerinde durduğumuz gibi aşık aynadan kendi imajını görerek aşıklığını bilir. Aslında bu, kesrete atılmak anlamına gelir çünkü birey olduğunu kabullenmiştir . Bu yüzden riskleri vardır, “ben” değil ama “benlik” düşüncesine kapılabilir. Bunu engelleyecek şey ise gönül aynasının lekesiz olmasıdır. Beyitte dosttan kast edilen sevgili ya da mistik açıdan bakılırsa Allah olabilir. Diğer bir önemli nokta ise vuslatın subh ile birlikte değil akşamla kullanılmasıdır ki bu başta tezat gibi görünse de vuslat için hicranın gerektiği temamızla doğrudan doğruya ilişkilenmektedir. Akşamın önemi, aşık için sevgilinin yüzünü ayna gibi mum vasıtasıyla görme imkanını yaratmasından dolayıdır. Karanlık, mumun parlaklığını, mumun parlaklığı da aynanın parlaklığını arttırmakta, aşık sevgilisinin yüzünü daha iyi temaşa eyleyip, akşamın gamında daha çok ah çekip, daha da aşık olabilmektedir.

Hazine ve Gevher İzleğinde Vuslat

G5-3(s.239)    Gevher-i vaslın bulam nagah Leylanun deyu

                         Necd dagı topragın Mecnun eke alub elek

                       Acı yaş dök ister isen bulmaga zevk-i visal

                      Lacerem lezzet-nüma olmaz ta am-ı bi-nemek

-Leyla’nın kavuşma cevherini hemen bulayım diye, Mecnun Nech dağının toprağını elek alıp eledi, kavuşmanın zevkini tatmak istersen acı gözyaşı dök, kuşkusuz tuzsuz yemek lezzetli olmaz.

Bu beyitte Mecnun’un bir aşıklık sıfatı olarak cevrü  cefaya tahammül meselesi, çöllere düşüp hayvanlarla birlikte bulunduğu Necd Dağının toprağını tek tek eleme sabrıyla örneklendirilmiştir. Bu sabrın üzerine, kavuşma zevki için gözyaşı dökme meselesi de, vuslat için hicran izleğinin bir uzantısıdır. Çünkü tuz olmadan ekmek lezzetli değildir. Tuzun iki farklı  kimyasal zehrin birleşmesiyle oluştuğunu düşünürsek, panzehrin bile zehir yolundan geçtiği düşüncesiyle aşığın çektiği acının onu aşık eylemesi ve olgunlaştırması gerçeğine bir kez daha varmış oluruz. Leyla’nın gevheri, daha önce de belirttiğim gibi onun rahmini temsil eden bir imge olabilir. Şayet aşık, sevgilisinde annesinde tattığı birlik ve güvenlik duygusunu tatmak istemekte ve rahme geri dönmek istemektedir. Bu surette toprağa gömülü gevheri bulmak, çok gerilerde kalmış o rahimi sıla olarak görme isteğini gerektirir.

Rakiplerin Gölgesinde Vuslat:

G118-5 (s.181) İtlerin yarun Hayali bus eder ruz-u visal

                         Eski adetdür kişi id olsa yaranı öper

Rakib imgesinin anlamlarına bakacak olursak genellikle kötü çağrışımlarla sunulan rakipler, beyitte geçtiği gibi it, köpek olarak da tabir edilebilir. Bu şekilde anılmalarının sebeplerinden en önemlisi, sevgilinin etrafından ayrılmamaları ve başkalarıyla vuslatı ihtimaline karşı onu korumalarıdır. Bu yüzden rakip, psikanalitik açıdan arzu edilene kavuşmayı imkansızlaştırması açısından, aşıklığı hiç olmadığı kadar törpüleyen ve bu kimliği aşığa hiç olmadığı kadar yerleştiren bir faktördür. Akşam nasıl mumun sevgilinin yüzünün görülmesini sağlıyorsa mum aracılığıyla, rakipler sayesinde de sevgili ile vuslata kavuşma fikri aşık tarafından düşünülmüş olur. Böylece vuslat fikrini ortaya koyan yine negatif bir imge olması itibariyle bu sefer hicrana özdeş olarak rakiptir. Bayramda adet olduğu üzre insanların birbirlerine sarılmaları, aşığa vuslat ümidi vermektedir. Sonuç olarak it ve id aşıkta vuslat ümidinin doğmasına vasıl olurlar.

Gözyaşı İzleğinde Vuslat:

G33-3 (s.253) Visalün zevkine hun-u cigerle çeşmüm olmuşdur

                          Safa bezminde her dem nüş olan cam-ı tarabdan yeg

– Eğlence meclisinde her an içilen şenlik kadehi gibi, sana kavuşmak için göz yaşım ciğerimin kanına boyanmıştır.

Gözün anlamı üzerinde düşünecek olursak göz, gönlün tecelligahıdır. Çünkü gözden giren, gönle iner.  Aşığın ciğeri kanıyorsa, bu göz yaşı aracılığıyla dışa vurulur. Dışa vurulan gözyaşları da gönlün yıkanmasına ve sevgiliye daha iyi meskenlik edebilmek için parlamasına vesile olur. Bu bağlamda yukarıdaki beyiti değerlendirecek olursak, kavuşma için yine ızdırap ve acı çekmenin gerekliliğine yapılan vurgudan sonra, “içilen kadeh” ile karşılaşmamız sevgilinin kırmızı dudaklarını ve oradaki birlik vaadini akla getirir. Sevgilinin vuslat ihtimalinin olduğu dudaklar kırmızıdır; böylece aşığın yaraları da, göz yaşları da kırmızıya boyanır da sevgilinin onda yarattığı halleri dışarı vurur. Hiç değilse renk anlamında bir vuslat sağlanmış olur. Dahası aşığın kurban  edilme meselesine istinaden aşığın kanının şarap olarak içilmesi Hz İsa’nın kanının şarap olarak içilmesi , etinin ekmek olarak yenmesi geleneğini akla getirir. Sonuç olarak aşığın sevgiliye kavuşması imkanı taşıyan yine ayrılığın getirdiği acıların yansımaları; kanlı gözyaşları ve dağlanmış bir cigerdir.

Bayram ve Sadaka İzleğinde Vuslat

G14-2 (s.397) Kase-i çeşmüm pür etdüm dane dane eşk ile

                          Yoluna işar içün id-i visalün sadgası

Göz kasemi doldurdum tane tane yaşımla, kavuşma bayramının sadakası için senin yoluna işaret olsun diye ey sevgili.

İlk bakışta Hansel ve Gratel masalını hatırlatan bu işaret bırakma meselesinde aşık için asıl olan kavuşma gününde sevgiliden sadaka alabilmektir. Sadaka da sevgilinin cömerliğini gösteren emareleden biri ya da bayramda gelenek icabı ona sarılması şeklinde düşünülebilir. Fakat burada önemli olan nokta yine şudur ki kavuşma bayramında sadakanın verilmesi için sevgiliye yol gösterecek olan şey aşığın döktüğü gözyaşlarıdır. Adeta somut hale gelen bu yaşlar, sevgiliye yol tabelası olup onun ne çektiğini gösterir niteliktedir. Sonuç olarak birleşmeyi sağlayacak olan yine aşığın aşıklık gereği çektiği acı ve onun yansımalarıdır.

Gül ve Bahçe İzleğinde Vuslat

G136-1 (s.190) Nigar gülşen-i hüsn içre gül budagıdur

                         Visali güllerini der gönül ki çagıdur

Sevgili güzellik bahçesi içinde gül budağıdır. Ey gönül, kavuşma güllerini der ki zamanıdır.

Gülün genel itibariyle sevgilinin yüzünü telmih ettiği ve sevgilinin yüzünün de birliği sembolize ettiği bağlamından hareketle, güllerin derilme toplanma vaktinin gelmesi ile birlikte kavuşma zamanının da geldiği anlatılmaktadır. Bu tipik gül derme ve vuslat izleğinden başka olarak güllerin bana hatırlattığı hadise Hz İbrahim’in atıldığı ateşin gül bahçesine dönüşmesidir. Buradan hareketle, aşığın çektiği acının, ızdırabın ve ayrılığın asıl ona gül bahçesi olduğu fikri, gül imgesiyle yan yana alınabilir. Fakat yukarıdaki beyitte bu hadiseye doğrudan bir gönderme olmamakla birlikte, gül sevgilinin birliğe delalet eden yüzünü göstermesi açısından vuslat bağlamında ele alınmıştır.

 Boy İzleğinde Vuslat

G4-4 (s.224) Çün elif kaddünle etdün kametüm ey serv lam

                       La deme billahi lutf et lama vasl olsun elif 

Elif gibi uzun ve dik boyunla beni lam gibi eğdirdin ey servi boylu sevgili/ Hayır deme bana billahi, lütfet de lam elife kavuşsun.

Lamelif harflerinin birleşimine bakacak olursak dikkatimizi çekecek olan ilk nokta elifin dikliğine karşın lam harfinin başının eğik olmasıdır. Şüphesiz bu durum sevgilinin güzelliiğinin yanında boynu bükülen aşığın ruh halinin bir yansımasıdır. Fakat psikanalitik analizde çokca geçen erkek şairin kalemini metaforik bir penis olarak kullanmasına istinaden, Hayali’nin bilinçaltı sevgiliyi dik ve uzun elif harfine benzeterek onu penis imgesi ile özdeşleştirmiş olabileceğinden, vaslı cinsel birleşme iması içermiş olabilir. Sonuçta “Symbolic” alana geçen erkek çocuğu annesi gibi üretemeyeceğini, çocuk doğuramayacağını öğrenmesi ve sonrasında annesindeki birlikten onu ötekileştirerek ayrılarak yaşadığı kimlik bunalımını, kültürün ona sunduğu “erkek olma” imgesi olarak “penis”iyle telafi etmeye çalışır. Bu bağlamda penis bir erkek için yaratıcı güçtür, kimliktir, “ben”dir, aynaya baktığında gözlerinin sabitlendiği noktadır. Aşıklığın bir özelliği olan aynada “ben”i görme durumunda, penisin de kavuşma bağlamında potansiyel bir rolü olabilir.

Tasavvufi temayüller; Aşk erenleri ve tesir meselesi

G26-2 (s.207) Nola himmet etseler yarun diyar-ı vuslatın

Biz de bu aşk erlerinden vilayet isterüz       

-Ne olur yarın senin kavuşma diyarına vesile olsalar o aşk erleri ki biz onlardan kefillik ve muhabbet isteriz.

Vuslatı mistik ve tasavvufi açıdan yorumlayacak olursak, “himmet” meselesi, şeyh-mürşid bağlamında ele alınır. Şayet aşk erleri ve şeyhler Allah’ın tecelli ettiği kimselerdir. Aşk erlerini sevmek, Allah’a kavuşmak demektir. Bu açıdan düşünülecek olursa yukarıdaki beyitte aşığın, aşk erlerinden kefillik istemesi, yare kavuşma yolunda onları araç olarak kullanabileceğini göstermektedir. Çünkü aşığın kendini tanımladığı ayna prensibine göre, Allah erenlerin yüzünde tecelli edebildiğine göre, sevgili de erenlerin yüzünde ya da yüzünden(sebebiyle) tecelli edebilir.

Mahrumiyet ve Hiçlik; abdallık, kurban olma ve melamet izleğinde Vuslat

G97-2 (s.170) Vuslatun cennatınun rahatleri alemlerin

                         Duzah-ı hirmanda nar olmuş azabiler bilür

-Bu cihanda sana kavuşmanın cennetinin rahatını, mahrumiyet cehenneminde yanan azabiler bilir.

Bu beyit, şu ana kadar açıklmaya çalıştığım Lacan’ın düşünce sistemindeki tüm psikanalitik kavramların temelini teşkil etmesi itibariyle, herşeyi özetlemekte ve sonuçlandırmaktadır. Vuslatına erebilenler ancak senin ayrılığını tatmış olanlardır. Çünkü vuslatına ermek iki farklı ölüm şeklinde mümkündür. Birincisi; yokluk aleminde aşıklık kimliğini güçlendirecek ızdıraplar üzerinden bir hayat sürerek, onları temel alan bir yaşam sürdürmek ikincisiyse, kısaca, ölmek; yani hiçbir göstergenin, dilin ve eksikliğin olmadığı toprağın rahminde bütünlenmek.  Yaşam süresince fiziksel olarak vuslatın  ise geçerli kılınması, aşığı aşıklığından uzaklaştırıp onu sevgili ile eş değer hale getireceği, kendini tanımladığı “ötekini” ni çözümleyeceği için bu yol aşığın amacına ters düşmektedir. Şayet kavuşma anında, kavuşmaya arzulanan arzu nesnesi yok olmaktadır. Böylece aşık, ölüm dışında manevi vuslatını kelimeler yoluyla gerçekleştirir, şiirler söyler.  Bu eğilimi açıklar nitelikte olan Fransız feminist Kristeva’nın “semiotic chora” kavramı, sembolikteki patriark dilin tersine, anne ile birlik durumuna istinaden kurallara uyulmak zorunda kalınmadığı, kültür ve dil baskısının olmadığı mutluluk durumudur. Bu durumun tezahürü, şiir dilinde de görülür. Çünkü metafor ve ad aktarımının (ki bunlar yoğunlaşma ve yerinden edilme gibi genetik programlamaların yansımasıdır)   merkezi şiirin ritimselliğidir. Böylece edebiyat, anne vücudunda semboliğin dışa vurumu haline gelmesidir.  Sonuç olarak anne karnındaki tekliğe,  şiirdeki semboller aracılığıyla ve ritimle sevgilinin vuslatını sağlama yoluyla ulaşır Hayali ve ayrılık temelindeki vuslatı hiç olmazsa edebiyat dilinde kendisine ve okuyucuya mutluluk ve haz vererek gerçekleşmiş olur. Tıpkı Barthes’in dediği gibi: “It is the very rhythm of what is read and what is not read that creates the pleasure of the great narratives.”

Kavuşma Yıldönümü

Çok güzel bir babaymış. Öyle böyle değil, anlata anlata bitiremedi kimse o gittiğinden beri, beni ne çok sevdiğini, bana ne çok özendiğini, bir tek benim ölümümü kaldıramayacağını söylediğini. Çok güzel babaları kaybeden çocukların hüzünleri de çok güzel olurmuş. Ve bir şeyleri de hep çok güzel yapmaya gayret ederlermiş. Çünkü böyle yas tutarlarmış.

O zaman gerçek sevdiğiyle kavuşma yıldönümünü de bir o kadar güzel kutlayalım dedik. Düştük yollara, annem, eşim, ben. Google maps’in rehberliğinde başladık Edinekapı surdışındaki mezarlıkta dolanmaya. Bir sokağa girdik. İki katlı evler, pencerede beyaz atletli abi ve ağlayan erkek çocuğu, arkadan gelen arabesk müzik. “Abdurrahman Sami Niyazi’nin kabrini arıyoruz” dedik. “Bir dakika” dedi, müziğin sesini kıstı, ağlayan çocuğunu kucağına aldı, çocuk sustu. Belki de sırf bu çocuk babasının kucağına kavuşsun ve sussun diyeydi her şey. Babamın ölümü bile. “Bir yukarıda bir de aşağıda türbe var, ekmek fabrikasının orda” dedi. Rehberimiz Google maps’e göre hedefe çoktan varmıştık, sağ tarafımızda kapatılmış demir bir kapı. Anladık buradaki giriş sır olmuş. Bizi mutlaka başka bir yol bekler, navigasyonsuz.

Yokuştan inerken mezarlığa giren başka bir kapı daha görmüştük. Kartonlarla kapatılmış. Önünde bir adam oturuyordu. Selam vereyim mi vermeyeyim mi ikilemine düşmüştüm yine. Çok geç olmuştu karar verene kadar. İşte şimdi geri dönerken yine önünden geçecektik selam veremediğim abinin. Niyet et yeter ki, yoluna çıkarırlar yine. Selam vermişken ona da soralım dedik, Abdurrahman Sami Niyazi’nin kabrini. Bir şeye ihtiyacın olunca selamı da daha kolay veriyorsun. İnsan insana muhtaçlığında, insan insana hizmetinde buluşuyor birbiriyle. Her şeyi elindeki telefonla çözebileceğine inananlar kendini sonunda kör bir noktada bulabiliyor, yalnız. Adam da bilmiyordu kabri. “Yalnız köşede bir türbe var. Belediye oraya bir sensör takmış, önünden biri geçince ayetler çalmaya başlıyordu. Akşam insanlar geçerken aniden çalınca çok korkmaya başladılar, şikayet ettiler, kaldırdılar” dedi. İnsanı algılar algılamaz ses veren ayet fikrine gülümsedim. İnsanın olduğu her yerde yine insan üzerinden ses bulan ayetlere kulak verdiğimizde ne korku kalıyordu ne de sensör takmaya hacet. Adam merak etti kimmiş aradığınız kabir diye, düştü peşimize. Bekçinin verdiği tarifle girdik kabristana hep birlikte.

Adam kabristanı avucunun içi gibi biliyormuşçasına hızlı ve kararlı adımlarla ve hatta şevkle önümüzde yürümeye başladı. Tüm bunlar gayet teklifsiz ve plansız olmuştu. Google maps’in yerini o almıştı. Önümüzde yürürken bazen ağaçların arkasında kayboluyor, sonra başka bir yerden çıkıyor ve el ediyordu. Onu bulduğumuzda kabre çoktan varmış, önünde duruyordu. “Şimdi hatırladım” dedi. Belki de sırf bu adam şimdi hatırlasın diyeydi her şey. Babamın ölümü bile. “Ben de tarihi çok seviyorum, Ertuğrul Gazi 150 bölüm, tekrar tekrar izliyorum. Korona döneminde de iyi oluyor.” dedi ve başladı anlatmaya. Osmanlının kuruluş hikayesini, hükümdarların bir yerde gördükleri hatunlara aşık olup çocuk yapmalarını, çocuklarının isimlerini gece gündüz dağ koymalarını, Anadolu’ya gelişlerini, kalışlarını, kök salışlarını. Tüm detaylarına kadar, şevkle anlattı. Ayakta, güneşin altında, boncuk boncuk terleyerek anlattı. O kadar aradığım ve sonunda bulduğum Allah dostunun mekanında bir Fatiha bile okumaya zaman bulamamıştım. Sözde burada derin tefekküre dalacak, sessizce Sami Niyazi Efendi ile sohbetleşecek, babama da selam edecektim. Şimdi selam verdiğim abinin Ertuğrul gazi hikayesini gözümü kırpmadan dinlemek durumunda kalmıştım. Belki de selam verdiğim abi çok sevdiği bu hikayeyi paylaşacak birini bulsun diyeydi her şey. Babamın ölüm yıldönümünün kutlaması bile.Hiç yorum yapmadan, araya girmeden, olabildiğince mevcudiyetimi koruyarak dinlemeye çalıştım onu. Duyduğum tüm detaylar o anda buharlaşıp uçsa da abinin duyuldukça ve görüldükçe bir nehir gibi akması, anlattıkça anlatması kabrin üzerine dökülen bir tas su, okunan bir fatiha yerine geçiyordu. Birbirimize açılan ayetlerdik. İnsanın olduğu her yerde yine insan üzerinden ses buluyordu ayetler. Ayetlerin dışını saran kıyafet değişiyordu yalnızca. Kendini zank diye sana açacak değildi ya, azcık gönüllüğünü, sabrını, şefkatini, kişisel planlarını geride bırakışını, olana kendini açısını yokluyordu. Celal olmadan cemal olmaz dedikleri şey belki de buydu. Sonunda tamam oldu, sustu. İsmini sordum, “Ali” dedi.

Ali abi mezarlıktaki papağanlardan ve muhabbet kuşlarından, İstanbul halk ekmeğin üzümlüsünün lezzetinden dem vurduktan sonra elini kalbine koyarak bizi selamladı ve ayrıldı. Tamam şimdi kendimle kalıp sessizliğe durma zamanıydı. Gözlerimi kapattım. Ve bir selam sesi yükseldi. İçimde hem isyan eden hem de kıs kıs gülenler eşlik etti selama. Karşımda başka bir ayet duruyordu. Elinde neon sarısı bir lastik, diğer elindeki telefonla kabrin taşını fotoğraflarken sordu “Siz de Uşşaki misiniz?” “Bilmiyorum, inşallah dedim.” Şimdi Melami kabirlerinden geliyorum, onların mezar taşlarında inşallah yazmıyor” dedi. Melamiler de yıldız gibi belirip kayboluyorlar ne zamandır gökyüzümde. Sarı Abdullah Efendi’yi bilirsiniz o zaman, Mesnevinin Parlak Cevherleri adıyla kitabını yayımladık” dedim. “Evet biliyorum hatta tezinizi telefonuma indirmiştim, çok takdir ettim, etrafımla da paylaştım, sizle burda karşılaştık” dedi. Başka nerede karşılayacaktık ki? Kim ayarlayacaktı böyle bir görüşmeyi? Allah dostlarının kabirleri hele, tam bir karşılaşma ve buluşma yeri olarak iş görüyordu yakın ruhlara. Yakın zamanda biraz küskünleşmiş, motivasyonumu kaybetmiş “Yazılarım nasılsa ulaşmıyor çok kişiye, ne olup bittiğinin farkında bile değilim okuyanlarda, o zaman ne diye yazmaya devam edeyim ki” demiştim Marian’a. Belki de bu küskünlüğüme teselli bulayım diyeydi her şey. “Tasavvuf alanında hep aynı şeyleri okumaktan gözlerim bozuldu bakın” dedi gözlüğünü gösterdi, “bıktım tekrar edenlerden. Sizin çalışmanız o yüzden iyi geldi. Sarı Abdullah Efendi’nin bütün eserlerini çalışsanız ya” dedi. Yazdığım Yuvaya Dönüş kitabından bahsettim, “Buldun mu yuvaya dönüşün yolunu?” diye sordu. “Deniyorum hala.” dedim. İşte böyle böyle birbirimize rehberlik edince yolun haritası kendini ortaya koyuyor. Nasıl olduysa bir noktada durdu ve “Dişi nedir? Bunun cevabını arıyorum ne zamandır” dedi. Kendisi dişi hakkında yazdıklarıma henüz denk gelmemişti. Bu soruyu nasıl sorabiliyordu? Soruyordu işte. İçinde açığa çıkmak isteyen dişi soruyordu. Bende daha da canlanmak isteyen dişiye dokunmak için soruyordu. Sami Niyazi ve yanında medfun eşi de eminim keyifle bize şahitlik ediyorlardı. Babam da içinden gülerek diyordu: “Bırakayım da hala benim yıldönümü kutladıklarını zannetsinler.”

 

 

 

  • 1
  • 2

Güzelliği Paylaş

copyright – all rights reserved – Gizlilik Şartnamesi

web sitesi yapımı fromEssence.com

Global footer